Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GELECEK hafta Türkiye’de belki de rejim değişikliğine kadar gidecek bir sistem değişikliğinin ilk adımları atılmış olacak. Mevcut Anayasa’nın amir hükümleri en hafifinden esnetilerek gerçekleştirilen bir devir teslim sonucunda yeni Cumhurbaşkanı, ardından da yeni Başbakan göreve başlayacaklar. Aralarındaki görev dağılımının nasıl yapıldığını ya da hayata nasıl geçirildiğini olayların akışı içinde daha sarih şekilde değerlendirebileceğiz.

        Cumhuriyet, iktidar tekelini neredeyse tümüyle eline geçirmiş bir siyasi hareket tarafından dönüştürülürken toplumsal kimlik de yoğruluyor. Amerikalı antropolog Jenny White’ın son kitabına başlık olarak seçtiği Müslüman Milliyetçiliği (Muslim Nationalism) çerçevesinde vatandaşlık tanımlanıyor.

        Bu tanımlamanın daha önceki laik-milliyetçi ama Müslümanlığı da gerçek ya da tam vatandaş sayılmanın ön şartı sayan tanımlamadan içe dönüklük açısından pek farklı olacağını söylemek zor. Dış dünyaya bakış, bölgesel gelişmelere verilen tepki ve kendini tanımlamada kullanılan dile bakıldığında bu yeni milliyetçiliğin de ayrımcı, dışlayıcı ve sert olacağını tahmin edebiliriz

        Nitekim Taraf Gazetesi’ndeki “Yeniden Uluslaşma Süreci” başlıklı önemli yazısında Mücahit Bilici birtakım uyarılarda bulunuyor. Bilici’ye göre “Her uluslaşma süreci birtakım kurbanlar verir. Her milliyetçilik dahili ve harici düşmanlar bulmak ve üretmek zorundadır. Ermenilerin katledilmesinden Kürtlerin inkârına kadar eski devletin homojenleşme ve uluslaşma teşebbüsü ne kadar yanlışlar ve tehlikeler barındırıyorsa, bir Müslüman ulus inşasında da benzer riskler olabilir.”

        Bu inşa süreci yalnızca Türkiye’de değil, zaten seküler uluslaşmasını tamamlayamamış Ortadoğu ülkelerinde de yaşanıyor. Hemen güneyimizde yaşanan büyük dağılmayı, şiddeti ve vahşeti bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu konuda da Bilici “çoğu Müslüman bugün itibarıyla kendi mezhebini milliyet edinmişe benziyor. Müslümanlar İslami bir milliyet mesabesine indirilip onun milliyetçisi oluyorlar” uyarısında bulunuyor.

        Bu gidişat Hıristiyan Arapları ya da diğer Müslüman olmayanları da tümden dışladığı için halen tüm hızıyla süren kanlı, vahşi, insafsız mezhep çatışmasını daha fazla körüklüyor. Mezhep çatışması kuşkusuz bölgenin büyük devletleri tarafından körükleniyor. İran ve Suudi Arabistan, aralarındaki hayati bölgesel güç ya da hegemonya mücadelesinde sonuna kadar mezhepçilikten yararlanıyorlar

        Ancak devletlerin jeopolitik çıkarlarına hizmet etsin veya iktidarlar korunsun diye kullanılan mezhep düşmanlığının yalnızca araçsal olmadığı da malum. “İslam Devleti” adına çatışmaya, katletmeye, vahşet sergilemeye büyük bir heyecanla gidenlerin varlığı bu boyutun ürkütücü bir göstergesi. Özellikle bölgedeki devlet yapılarının çökmesi, düzen sağlayacak birimlerin ancak kimlik aidiyeti üzerinden bu hizmeti vereceğinin anlaşılması bölge insanlarını ve topluluklarını aşiret veya mezhep gibi birincil kimliklerine sığınmaya götürüyor.

        Türkiye’nin giderek daha talihsiz bir görüntü arz eden Ortadoğu politikasını giderek daha çarpıcı şekillerde ortaya çıkan bu gerçeklik çerçevesinde değerlendirmek gerek. Türkiye’de yaşayanlar ve propaganda sorumluları dışında artık kimsenin kulak vermediği büyüklük iddialarıyla bu karmaşa içinde etkileyici olabilmek mümkün değil. Türkiye, Suriye politikasındaki ihtiyatsızlık ve ihtiras nedeniyle bir dönem İslam Devleti’nin öncülü IŞİD’e gereksiz ve mübalağalı bir şekilde müsamaha gösterdi. Hatta destekledi.

        Bugün bu desteğin bedelini prestij kaybıyla ve büyük jeopolitik kavganın asli belirleyicisi olmaktan çıkarak ödüyor. Başkalarının jeopolitik mücadelelerini besleyen mezhebe dayalı milliyetçilik Türkiye’de tam tersine ağırlık kaybına yol açıyor.

        Diğer Yazılar