Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇEN yıl eylül sonunda yapılan olağan kongredeki heyecanı çok iyi hatırlayarak gittim Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ilk olağanüstü kongresine. Her şey çok önceden belli olduğundan dramatik bir olay tabii ki beklenmiyordu. Ne var ki eylül sonunda Recep Tayyip Erdoğan’ı son kez başkan seçecek olan kongrede de sıra dışı bir olay beklentisi yoktu. Oradaki duygu yoğunluğu, salondaki kitleye hâkim olan büyük heyecan dünkünün tersine çok etkileyiciydi. Dünkü göreli heyecan eksikliği belki de insana baygınlıklar getiren sıcaklıktan, belki de sonuçta bu kongrenin bir veda kongresi olarak düzenlenmesindendi.

        Belki de asıl neden bir vefa kongresi diye de görülebilecek bu toplantıda Erdoğan’a gösterilen vefaya dayalı duygu selinden başka duygulara veya heyecanlara fazla yer kalmamasıydı.

        Adalet ve Kalkınma Partisi bugün Cumhurbaşkanlığı yemini edecek Başbakan Erdoğan’ın uzun konuşmasında anımsattığı gibi 13 yıl 13 gün önce kurulmuştu. Başlangıçta kolektif liderliği andırır bir yapısı vardı ve Erdoğan Batılıların “primus inter pares” dedikleri konumdaydı, yani eşitler arasında birinciydi. Kuşkusuz diğer kurucu ortaklara göre toplumla arasındaki bağ çok daha güçlüydü. Sürükleyici, dinamik, hitabeti güçlü bir şahsiyet olmasının üzerine bir de 28 Şubatçıların kendisini İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan yargı kararıyla alıp hapse atmalarıyla kişisel efsanesi iyice yükselmiş bir siyasetçiydi.

        Geçen zaman içinde Erdoğan partideki hâkimiyetini kazanılan her seçimin ardından artırdı. Partisinin mutlak hâkimi haline geldi. Arada bir kurucu babalara çiçek verse de onların tamamen kendi iradesine bağlı olmalarını sağladı.

        Yerel seçim badiresini atlattıktan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken artık partisinin hâkim-i mutlakıydı. Nitekim Cumhurbaşkanlığı seçimleri ardından attığı adımlar da partiyi kendi istediği düzende ve kendi etkisinin en üst noktada olacağı şekilde bırakmak istediğini gösteriyordu.

        Konuşmasının sonlarında dediği gibi Anayasa’ya göre tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı, “Bu partinin kurucusu olarak, gönüllüsü olarak, bu partiye büyük emekler vermiş bir nefer olarak, her daim sizlerle olacağım, sizlerle birlikte yol yürümeye devam edeceğim” dedi. Bunun ardından da Cumhurbaşkanlığı’nı yürütme içinde aktif bir görev olarak gördüğünü hatırlatan sözler söyledi.

        Dünkü kongrede yaptığı konuşmanın içeriğinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın parti üzerindeki söz hakkını kaybetmeye pek niyetli olmadığı sonucu ayan beyan ortaya çıkıyordu. Erdoğan’ın konuşması öncelikle partisine ne olduğunu hatırlatma amacını güdüyordu. Belki kuruluşta bu açıklıkta tartışılmamış ancak İslamcı hareketin özlemlerini yansıtan tüm unsurlar konuşmanın misyon tanımlama bölümünde bulunuyordu. Aslında konuşmanın özellikle başının 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezinin bir doruk noktası olduğunu söylemek de mümkün. Başbakan’ın konuşmasında İslam tarihiyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması süreci, millet sözcüğünün esnekliğinden de yararlanarak tek bir hikâye haline getirilmişti.

        İstiklal savaşını veren Meclis doğal olarak kutsanıyor ama o Meclis’in egemen grubunun yarattığı Cumhuriyet ile ikircikli bir bağ kuruluyordu. Ne var ki Cumhuriyet ve Mustafa Kemal’in tarihi şahsiyetinin ağırlığı aşılamadığından onların da bir şekilde 1400 yıllık olduğu anlaşılan “dava”nın çerçevesine yerleştirilmesi de gerekiyordu. Bu bağlamda Erdoğan kendince bir gelecek manifestosu çizdiği konuşmasında Cumhuriyet’in tarihine, Cumhuriyet’e sahip çıkıyor ancak içeriğini yeniden tanımlayacaklarını da söylüyordu. Kendi sözlerine bakarsak, “İlk Meclis’teki umut ve uyum muhafaza edilemedi. Millet devletine istikamet çizecekken, devlet milletine istikamet çizmek istedi. Bütün farklılıklar reddedildi. Devlet ile millet arasındaki mesafe açıldı”.

        Daha önce Menderes ve Özal döneminde milletin duruma tekrar hâkim olması arzusunun ise önü kesildi. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı ise milletin hâkimiyetini kesinleştirdi. Artık devlet, milletin isteklerine göre şekilleniyordu. Milletin iradesinin öne çıkması, sandığın tüm demokratik meşruiyet çerçevesinin merkezine yerleştirilmesi, Cumhurbaşkanı ile uyum içinde çalışacağını söyleyen müstakbel Başbakan Profesör Davutoğlu’nun da ana temasıydı.

        Erdoğan’ın “bir emanetçi olmadığını” özellikle vurguladığı, AKP’yi bir “milli irade devrimi” diye tanımlayan Davutoğlu da çok uzun konuşmasında geleceğin manifestosunu çizdi. Restorasyon genel kavramı içinde 9 başlıkla tanımladığı Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden kurgulama projesinde demokratik hak ve özgürlüklerin ön planda tutulacağını “3 Y” diye tanımladığı “yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk” ile mücadelenin azimle sürdürüleceğini vurguladı.

        İçeriğindeki tüm dini ve tarihi atıflara, Davutoğlu’nun hitabındaki derin tutkuya karşın ben salonda büyük bir dalgalanma hissetmedim. Yukarıda da belirttiğim gibi duygu yoğunluğu Reis’e ve onun vedasına odaklanmıştı. Delegeler herhalde “Reis”in ardından “Hoca” ile de benzer başarılara koşup koşmayacaklarını ölçüyorlardı. Gerçi Hoca, Reis’in de işaretine uyarak hemen 2015, 2019 ve 2023 seçimleri hazırlıklarına başlamak gerektiğini de söyledi.

        Türkiye’nin dış politikasını arka planda veya en ön safta 12 yıla yakın süredir şekillendiren Davutoğlu, halen Türkiye’ye yöneltilen eleştirilerin daha çok kıskançlıktan, Türkiye’ye alan açmama arzusundan kaynaklandığını söyleyerek, bugünkü çizginin pek değişmeyeceği mesajını da verdi.

        Son olarak söylenmesi gereken ise gerek Cumhurbaşkanı’nın gerekse Başbakan’ın Gülen Cemaati’nin devlet içindeki yapılanmasına açılan savaşı daha da sertleşerek sürdüreceklerine iman etmeleriydi. Önümüzdeki günlerde bu konuda hayli operasyon beklemek gerekecektir sanıyorum.

        Diğer Yazılar