Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        KÜRESEL ekonomide yaratılan tasarruflardan pay almak isteyen hemen her ülke kendine ait fotoğrafı biraz süsleyerek takdim etmek zorundadır. Bu şekilde dünyadaki tasarrufların bir kısmını çekerek kendi kalkınmalarında kullanmak isterler. Türkiye dünyadaki benzer ülkelerden farklı değil. Bu açıdan bakıldığında Yeni Cumhuriyet’i inşa edecek Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının ekonomik performansının dünyadaki ekonomik dinamiklerle yakından ilişkisi vardı. Sonuçta 1980 yılından beri neoliberal dünya ekonomik düzeni içinde yer almaya çalışan bir ülke Türkiye. Altın yıllar diye pazarlanan yıllardaki performansına bakıldığında da kendisine benzer ülkelerden daha parlak bir görüntü sergilemiyor. Üstelik giderek kalkınmanın en sağlam maddi temelini oluşturan imalat sanayiinde olumsuz bir tablo sergiliyor. İmalat sanayiinin milli gelirdeki payı AKP öncesinde yaklaşık yüzde 24’ten 2010 yılında yüzde 16’ya düşmüş. Gene tüm ciddi iktisatçıların üzerinde mutabık oldukları gibi milli geliri son dört yılda artmamış. Türkiye’nin “orta gelir tuzağı” denen batağa saplanma ihtimali de hayli yüksek. İmalat sanayii daha yüksek katma değerli üretime geçemediği gibi, insan sermayesinin kalitesi de buna yönelik hamlelere destek verecek düzeyde değil. Dolayısıyla Yeni Cumhuriyet’i kuracak olanların büyük ve ziyadesiyle iddialı hedeflerine hangi ekonomik güçle ulaşacakları sorusunu sormak gerekiyor.

        Bu göreli olarak olumsuz tablonun arka planında dünyanın Türkiye ile aynı kulvarda koşan ülkelerinin belli bir büyüme modelini uygulamaları var elbette. Genel akımın içinde Türkiye’nin kendine özgü koşullarıyla farklı bir yapılanma sergiliyor elbette ama bunun da belirleyicisi ülkenin iç siyaseti kadar küresel koşullar. Ayşe Buğra ve Osman Savaşkan Türkiye’de Yeni Kapitalizm başlıklı İngilizce kitaplarında küresel ekonominin yeniden yapılanmasıyla ortaya şu gelişmelerin çıktığını vurguluyorlar: “Tüm ülkeler, küresel sermayenin kaçmasını ve finansal krizleri önlemek için uluslararası rekabet ve sıkı mali politikaların dayattığı seçenekleri kabul etmek zorunda kaldı. Sanayi üretimi az gelişmiş bölgelere taşındı, şirketler yeniden yapılandı...yeni tip kapitalist düzenleme uygulamaları çıktı...farklı toplumlarda dinin yeni bir konuma geldiği dünya çapında gözlemlendi. Din yalnızca ekonomik küreselleşme bağlamında önemli olmayı sürdürmekle kalmadı, siyasi gerginliğin önemli bir kaynağı haline geldi...farklı gruplar arasında ekonomik ve toplumsal dayanışmanın da bir unsuru oldu..”

        Türkiye 1980’den itibaren ekonomide giderek piyasaya daha fazla yaslanan bir modeli benimsedi. Bu modelin 1980’lerdeki devlet teşvik politikalarıyla da desteklenen bir boyutu sanayileşmenin Anadolu’daki merkezlere kaymasıydı. Buradan da Anadolu Kaplanları efsanesi üretildi. Türkiye’deki bu gelişme ve özellikle 2001 krizinin ardından sergilenen ekonomik performans mütedeyyin bir müteşebbis sınıfın yükselmesinin kaynağı gibi görülüyordu. Beklenti Batı’da olduğu gibi bu yeni sınıfın Türkiye’nin demokratikleşmesinin de itici motoru olacağıydı.

        Zaten İslamcı Hareket içinde yenilikçi bir akımı temsil eden AKP kurucuları hareketin kurucularından farklı olarak içe kapalı, devletin ekonomide başat aktör olduğu, ağır sanayii ön plana çıkaran bir ekonomik bakışa sahip değillerdi. Dertleri dünya ekonomisiyle eklemlenmek ve ülkenin kaynaklarından daha fazla yararlanmaktı. On küsur senelik uygulamaların ardından bu efsaneyi şekillendiren en önemli önermelerin doğru olmadığı da anlaşıldı. Buğra ve Savaşkan’a göre ekonomide devletin ağırlığı artarken, siyaset ekonomiyi, ekonomik örgütlenmede cemaatçi yapılanmaların rolünü ve kültürel çerçeveyi dönüştürecek düzenlemeler yaptı.

        Diğer Yazılar