Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2001 sonrasında ekonomiyi dışa daha fazla açıp küresel piyasaların güdümüne girilirken siyasi desteği artırmayı başarmak maharet gerektiriyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi bunu becerdi. Partinin 1990’lardan sonraki örgütlenme modeli, ağ kurma çalışmaları ve 1994’ten beri önemli merkezlerde işbaşında olması hizmet götürme mekanizmalarını iyi çalıştırmayı öğrenmesini sağlamıştı. 2001 sonrasında bir yandan küresel ekonomiye daha hızlı ve onun koşullarında eklemlenirken diğer yandan bu süreçten uzun vadede zarar görecekleri koruyacak bir dizi önlem alındı.

        2001’de Kemal Derviş’in hazırladığı IMF tarafından desteklenen paket aslında saplantılı bir piyasacılığı değil düzenleme-denetleme mekanizmaları güçlendirilmiş bir yapıyı gündeme getirmişti. Bu şekilde popülist politikalara dönüş ve ekonomi politikalarında öngörülemezlik riski azaltılmak istenmişti.

        Profesör Ayşe Buğra, Osman Savaşan ile birlikte yazdığı kitabın temel bulgularını “Türk Modeli’nin Ardındaki Gerçek” (The truth behind the “Turkish model” https://www.opendemocracy.net/5050/ ayse-bugra/truth-behind-turkish-model) başlıklı yazıda özetlemiş. Buğra da 2001 paketindeki “düzenleyici çerçevenin ekonomi bürokrasisinin özerkliğini öne çıkarıp siyasetçilerin ekonomiye keyfi müdahalelerinin önünü kısıtladığı”nı savunuyor.

        Hükümetin önüne konan hazır programı disiplinle uygulamasının en önemli sonucu faizlerin düşmesiydi. Devlet faize ödediği paralarla hem altyapı yatırımlarını artırabildi hem de sosyal yardımları. Bugünkü faiz kavgasının arkasında da muhtemelen bu konudaki sıkışma var. Ercan Kumcu’nun yazdığı gibi, “2002 yılından bu yana faizlerin düşüşü ile birlikte devletin faiz harcamalarındaki düşüş sosyal içerikli harcamalarda kullanıldı... Şimdi bu kaynak tıkandı.”

        Bu türden harcamaların işgücü eğitimsiz, geniş kitleleri mesleksiz, becerisiz bir toplumda güçlü bağlılıklar ve bağımlılıklar yaratacağına kuşku yoktu. Hürriyet Gazetesi’nin yayınladığı rakamlara bakıldığında “2002’de 1.3 milyar TL olan sosyal yardım tutarı 2013’te 20 milyar TL’yi aştı”. Sosyal yardımların milli gelire oranı 2002’de yalnızca 0.5 iken 2013’te hayli büyümüş milli gelirin içindeki payı yüzde 1.35’e çıktı.

        İktidar partisinin başarısının ikinci ayağının “Anadolu kaplanları”nın önünü açmak olması gerekiyordu. Efsaneye göre bu kategorideki şirketler, enerjileriyle giderek tekelci sermayenin yerini, piyasadaki üstünlüğü ele geçirerek alacaklardı. Buğra’ya göreyse bu gerçekleşmediği gibi, AKP dönemi “devletin geri çekilip piyasanın kendini düzenleyici karakterinin öne çıktığı” bir dönem olmadı. Tersine, düzenleyici çerçeve yıkılmaya başladı. Ekonomik pastadan pay almak artan şekilde siyasi iktidara yakın olmaya ve onun iradesiyle belirlenen kaynak dağılımından sebeplenmeye bağlandı.

        KOBİ’lerin rekabetçilikleri ve enerjileri göklere çıkarılırken yeni yetiştirilen büyük şirketlerin varlığı, muhafazakâr/dindar kesim iş dünyası örgütlerinin fırsatçılığı gözlerden kaçtı. Tıpkı devletin Türkiye iktisat tarihinde ilk kez, merkezi yönetim ve yerel yönetimler aracılığıyla KOBİ’lerin ekonomik faaliyetleri açısından önemli bir unsur haline gelmesi gibi.

        Özetlemek gerekirse, “Türkiye modeli yükselen muhafazakâr Anadolu sermayesinin piyasa dostu ve ılımlı İslamcı hükümet tarafından önü açılan teşebbüs potansiyellerine değil, üzerinde sürekli oynanan ve siyaseten imtiyazlı müteşebbislerin önünü açacak şekilde değiştirilen düzenleyici çerçeveye dayanıyordu.” Emek sömürüsünden, çevre katlinden zerre rahatsızlık duymayan bu müteşebbislerin “işçi haklarına, eşitsizlik konusuna ve yoksulluğa bakışları da İslami ahlak ve sosyal eşitlik kriterlerine göre belirleniyordu.”

        Dinin meşrulaştırma ve ilişki kurmak için araçsallaştırılması bu nedenle ivme kazandı.

        Diğer Yazılar