Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        NATO zirvesi dün başladı. Ana meselesi Rusya’nın Kırım’ı ilhak ettikten sonra Ukrayna’da toprak işgaline kadar giden saldırganlığı karşısında örgütün ne tavır alacağı. Uzun zamandır misyonsuzluk nedeniyle fiilen komada olan örgüte bu yeni tehdit algısı veya gerçekliği nedeniyle hayat verilip verilemeyeceğini anlamak açısından önemli bir zirve bu. Öyle sanıyorum ki Türkiye’nin dış politika üslubu ve pratiği açısından da belirleyici olacak.

        Atlantik İttifakı’nın ya da Batı güvenlik sisteminin “NATO’nun işlevi nedir? sorusunun ötesine giden sorunları var aslında. Bunların başında bugünün dünyasında Batı’nın mutlak hâkimiyeti diye bir durumun söz konusu olmayacağı. Batı’da ekonomik kriz, siyasi kilitlenme var. Buna karşılık özellikle Asya’da Çin başta olmak üzere, Latin Amerika’da, Afrika’da zenginleşen, güçlenen ülkeler ses çıkarmaya başladılar. Ancak henüz güçleri dünyanın sistemini tanımlamaya yetmiyor. İş gene büyük ölçüde Batı’ya ve özellikle ABD’ye kalıyor.

        Yalnız unutmamak gerekir ki sonuçta Batı kavramı da bir stratejik mimari projeydi. Batı ittifakı içindeki ülkelerin çoğu birbirileriyle tarih içinde savaşmıştı. Çıkarları da ne geçmişte ne de bugün yüzde yüz uyuşurdu. Soğuk Savaş sırasında Sovyet tehdidi, komünizm tehlikesi gibi gerekçelerle farklılıklar genelde bir kenara bırakılmış, ortak çıkar çerçevesinde işbirliği yapılmıştı.

        Bir zamanlar birbirine düşman olanları da katarak Atlas Okyanusu’nun iki yakasındaki ülkelerin kurduğu bu güvenlik ittifakı Soğuk Savaş koşullarında belli bir siyasi düzen (demokrasi) ve değerler (hukukun üstünlüğü, insan hakları) tercihini de yansıtıyordu. Cumhuriyet tarihini ideolojik olarak yeniden yazmaya çalışanların savunduklarının aksine Türkiye’nin Batı İttifakı’na katılmasının temel nedeni de rejimin Kemalist niteliği değil, hiç de haksız sayılmayacak güvenlik kaygılarıydı.

        Soğuk Savaş bittikten sonra “Batı” dünyası kendi içinde farklılaşarak ama birlikte kalmaya özen göstererek yoluna devam etti. Yugoslavya dağılırken aynı ittifak içindeki üyelerin çıkarlarını farklı tanımlamaları o trajedinin yaşanmasında önemli paya sahipti. Ancak genelde ABD’nin hegemonyası bir fiili durum olarak kabul edildi. Ne var ki ABD, liderliğini yaptığı ve aslında kendi kurduğu, dünya sisteminin tüm kurallarını çiğneyerek Irak’ta savaşa gidince Batı ittifakı içinde de ciddi bir kırılma yaşandı. Almanya ve Fransa’nın başı çektiği Avrupa ülkeleri savaşa karşı çıktı.

        Türkiye açısından da Soğuk Savaş’ın bitmesi önemli bir kırılma noktasıydı. Ve ülkenin canına okuyan 1990’ların önemli meselelerinden birisi de Türkiye’nin stratejik yönünün ne olması gerektiği sorusuna ne cevap verileceğiydi. Bu soruya Turgut Özal ABD yanlısı politikaları tercih ederek cevap vermiş, dünyanın yegane süper gücü ile iyi ilişiler kurmanın Türkiye’yi bölgesel bir güç haline getireceğine inanmıştı. O nedenle Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin Saddam karşıtı koalisyonda olması gerektiğini savunmuştu.

        Kamuoyunun önemli bir kesimi ve güvenlik seçkinlerinin azımsanmayacak bir kesimi buna karşı çıktıklarından Özal’ın istediği gerçekleşmemişti. Daha sonraki dönemde Türkiye Batı ittifakı içinde kalıp AB üyeliğinin peşini bırakmadıysa da genelde içe kapalı, Batı’ya en hafifinden kuşkulu geneldeyse öfkeli yaklaşan bir ülke oldu. O dönemde Batı ile stratejik çıkarların artık çakışmadığını düşünen, Rusya-Çin ve hatta İran ile dans etmeyi öneren Avrasyacı seçenek zemin kazanmaya başladı. Bu seçenek aynı zamanda Türkiye’nin demokratikleşmesine sıcak bakmayan, vesayetçi, içe kapalı bir dünya görüşüyle örtüşüyordu.

        Türkiye o cendereyi, yaşadığı krizin derinliği ve bu krizin etkilerini AB üyeliğini tam bir cankurtaran simidi haline getirmesiyle aşabildi. Ne var ki bu Batı ile daha barışık olma hali uzun sürmedi.

        Diğer Yazılar