Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        YAZIYI yazarken İskoçya’daki tarihi ve dünyanın büyük ilgisini çeken referandum oylaması sürüyordu. Guardian Gazetesi’ne göre son kamuoyu anketlerinde hayır oyu önde gözüküyordu. Sonucun evet ya da hayır olması arasında kuşkusuz yakın gelecek açısından büyük bir fark var. Ancak sonuç hayır bile olsa referandumun bu denli başabaş gitmesine yol açan toplumsal ve siyasi dinamikler yerinde durduğundan siyaset değişmek zorunda kalacak. Bu nedenle İskoçya referandumuna dünya ölçeğinde yaşanan bir dip dalgasının tezahürü diye bakmak, geçtiğimiz yıllarda dünyayı sarsan içlerinde Gezi Parkı direnişinin de bulunduğu toplumsal arayışların bir parçası diye değerlendirmek daha doğru olacak.

        Avrupa aslında bir kez daha kendisini yeniden tanımlama zorunluluğuyla karşı karşıya. Hürriyet Daily News Gazetesi’ndeki yazısında eski Londra Büyükelçisi Ünal Çeviköz’ün vurguladığı gibi: “Avrupa kendi parametrelerini yeniden tanımlıyor. Yeni AB bir yandan giderek yükselen merkezkaç akımlarla diğer yandan işlerin görülebilmesi için daha merkeziyetçi, düzenleyici siyaset talepleriyle uğraşmak zorunda kalacak.”

        İskoçya’nın bağımsızlık talebi bu bakımdan geçici bir heves diye değil geleceğin Avrupa’sında ve muhtemelen dünyanın geri kalanında siyaset dinamiklerini doğru anlamak için bir rehber niteliği taşıyor.

        Gerçekten de çok uzun zamandan beri bir millet bilincine sahip İskoç halkı neden şimdi devlet olma talebini ciddi şekilde destekliyor? En kolay cevap şu: İskoçya’nın 59 milletvekilinden sadece biri Muhafazakâr Parti’den. Ülke sosyal demokrat eğilimli, refah devletinden ve daha eşitlikçi politikalardan yana. Buna karşılık son yüzyılın yarısından fazlasında muhafazakarlar tarafından, Londra’dan yönetilmiş.

        Bu olgunun ışığında İskoçya bir yandan Londra’nın tahakkümüne, o şehrin simgelediği finans sermayesi çıkarlarının egemenliğine karşı çıkıyor. Diğer yandan demokratik bir refleksle kendisini yönetme hakkını talep ediyor. İskoçya’nın bir bölümünün isyanı, bugünkü küreselleşme anlayışı, onun yarattığı sınıflar arası güç dengesi ve gelir dağılımı bozukluğu karşısında daha eşitlikçi bir demokratik talebin dile getirilmesi anlamını taşıyor.

        21. yüzyıl kapitalizminin derinleştirdiği eşitsizliklere karşı ABD dahil dünyanın her yerinde biriktiği gözlemlenen tepki milliyetçiliğin itici gücü haline geliyor. Milliyetçilik, daha küçük ölçekli bir yönetim birimi önererek İskoçya’da demokratik yönetim taleplerinin sözcüsü haline geliyor.

        Eski seçkinlere duyulan güvensizliğin yarattığı meşruiyet krizine karşı yerelleşme/ milliyetçilik karışımıyla siyasi bir kimlik tepkisi veriliyor. Bağımsız bir İskoçya’nın Kuzey denizi petrollerinin gelirlerinden daha büyük bir pay alacak olması ve bunun bölüşümünün daha adil yapılacağı sözü cazibeyi artırıyor. Bu siyasi ve ekonomik eğilimler İskoç kimliğinin, daha doğrusu İskoçyalı kimliğinin güçlenmesi sonucunu veriyor.

        Her ne kadar AB İskoçya’ya otomatik olarak üyelik verilmeyeceğini açıkladıysa da İskoçya’nın ve diğer Avrupa bölgelerinin bu denli kolaylıkla ayrılmayı düşünmelerini sağlayan unsur AB’nin ve NATO’nun varlığı. Foreign Affairs dergisinde çıkan makalelerinde Fiona Hill ve Jeremy Shapiro’nun yazdıkları gibi: “Eğer AB ve NATO dış tehlikeye karşı savunmayı sağlar, AB de dünyanın en büyük piyasasına girebilmenin önünü açık tutarsa her boydan devletin ayakta kalması kolaylaşır.”

        Bugün Britanya (belki de Londra demek gerek) yarın İspanya, daha ertesi gün Belçika benzer meydan okumalarla karşılaşacaklar. Önce Londra’daki hükümetin sonra da AB’nin İskoçya’da simgelenen bu yeni arayışlara ve taleplere nasıl cevap verecekleri sadece AB’nin geleceğini değil, küresel kapitalizmin ve dünyadaki siyasal gelişmelerin yönünü de belirleyebilir.

        Diğer Yazılar