Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        TÜRKIYE bu bayramı, bayramlarda insanlara hâkim olması beklenen duyguların ve huzurlu birlikteliğin çok uzağında bir noktada bitiriyor. Sosyal medyada ortaya çıkan abartmaları bir yana bıraksanız bile hemen her fay hattında çaprazlama bölünmüş bir ülkede yaşıyoruz. Ortak bir doğru, ortak bir ilke, ortak bir duyguda çoğunluğu birleştirmek neredeyse imkânsız gibi. Yaşanan şiddetin, yıllar sonra sokağa çıkma yasakları ilan edilmesinin, toplumsal kesimlerin birbirlerine doğrudan saldırmaya başlamalarının anlamı bu.

        Bu bölünmüşlük, olayları değerlendirirken giderek kendi sığınaklarının ötesinde ne olup bittiğini görmeyen, görse bile anlamak istemeyen grupların bilenmesine yol açıyor. Türkiye’nin de parçası olduğu bölgede yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda bu denli parçalanmış bir toplumsal bilincin içeride müthiş bir şiddet potansiyeli barındırdığı, dış politikada ise durumun gerektirdiği incelikle hareket etmeyi zorlaştıracağı belli.

        Son dönemde dış politikanın fazlasıyla iç politikaya endekslenmiş olması bir başka sıkıntı kaynağı. Dış politika söyleminin içeriğine bakıldığında izlenen realist, yani gerçekçi, politikanın hiç de gerçekçi sayılmayacak değerlendirmelere dayandığı görülüyor. Bunların başında Türkiye’nin bölge politikalarında hâlâ çok güçlü bir eli olduğuna inanmak geliyor. Pakistanlaşmak diye adlandırılan korkunç akıbetin Türkiye’de yaşanmayacağına da iman ediliyor

        Son ayın gelişmelerinin en önemli mesajı hükümetin ve devletin İD ile PKK/ PYD güçleri arasındaki çatışmadan hiç de rahatsız olmadığı. Bu nedenle ABD’nin liderliğini yaptığı iğreti koalisyonun tek ve yegâne hedefi İD iken Türkiye açısından iki temel hedef daha var. Hatta Meclis’ten geçen tezkereye bakıldığında Ankara açısından diğer iki hedef, yani PKK ile mücadele edilmesi ve Esad rejiminin düşürülmesi daha da önemli görülüyor.

        Bu amaçla Türkiye’den her gün yükselen “uçuşa yasak bölge” çağrılarına bu işi yapması gereken ABD sürekli olarak böyle bir niyeti olmadığını söyleyerek yanıt veriyor. BM Güvenlik Konseyi’nin böyle bir karar almayacağı kesin olduğuna göre bu nokta üzerinden dış politika pozisyonu belirlemek Türkiye’nin dış politika tezlerini de hafifletiyor. Hükümetin asıl meselesinin Kobani’nin İD tarafından düşürülmesi sonucunda PYD ve PKK’nın ağır bir darbe alması olduğu anlaşılıyor.

        Kısa süreliğine Türkiye’ye gelen PYD Başkanı Salih Müslim’e bu nedenle istediklerini alabilmek için tamamen Türkiye’nin dümen suyuna girmesi gerektiği söylendi. Müslim bunları yapamayacağı için de Kobani savunması için gerekli silahların aktarılması, koridor açılması gibi beklentileri karşılanmadı.

        Bu tavrın verdiği bir diğer mesaj Türkiye’nin en azından kısa vadede Suriye sınırının neredeyse tümünde İD ile komşu olmaktan rahatsızlık duymadığı. Ya da bunu taşınabilir bir yük olarak gördüğü. Gerçi Uluslararası Kriz Grubu’ndan (ICG) Hugh Pope’a konuşan bazı yetkililer “İD’yi yalnızca sınırda değil ülke içinde de ciddi bir tehdit olarak görüyor...Bir yetkili İD’nin yok edilmesi gerektiğini ve yok edileceğini söylemiş. Ne var ki kamuoyu yoklamalarının gösterdiğine göre Türk kamuoyu İD’nin yöntemlerini tiksindirici bulsa bile, örgütün Sünnilerin meşru şikâyetlerinin bir dışavurumu olduğuna da inanıyor.

        Kobani’nin düşmesi PKK ve PYD’ye vurulmuş ağır bir darbe olacaktır kuşku yok. Türkiye kentin düşmesinin ardından yaşanabilecek insanlık dramının da sorumluluğunu taşıyacaktır. Yalnız PKK’nın zayıflamasının ya da kendi kitlesi üzerindeki denetiminin zayıflamasının ülke sathında çok daha yaygın ve kontrolsüz bir şiddet dalgasına yol açması ihtimali de yabana atılmamalıdır. O şiddet dalgalarının sonuçlarıysa dünyada ve Türkiye’de hiç hayırlı olmamıştır.

        Diğer Yazılar