Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İSTERSENIZ meseleye bir de şu açıdan bakın. Dün IMF’nin açıkladığına göre satın alma paritesine göre Çin ekonomisi dünyanın en büyük ekonomisi oldu. Böylelikle Çin 1890’da dünyanın en büyük ekonomisi haline gelen ABD’yi geçmiş bulundu. Önümüzdeki dönemde, ekonomisinde ya da siyasi sisteminde hangi sorunlarla karşılaşırsa karşılaşsın Çin’in ekonomik performansı bir şekilde devam edecektir. Çinliler geçmişe göre daha müreffeh yaşayacaktır.

        Çin, kendisine 150 yıl boyunca “zulmettiğine”, kendisini küçük düşürdüğüne, gururunu kırdığına inandığı Batı dünyasıyla hesabını böyle, zenginleşip güçlenerek görüyor. Sadece Çin değil, Asya’nın devletleşmeyi becermiş, toplumlarındaki enerjiyi harekete geçiren ülkeleri böyle davranıyor. Kore zenginler arasına girdi. Benzer bir arayış içindeki dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi Endonezya örnek teşkil edecek bir siyasi ve ekonomik performans sergiliyor. Bu ülkeler dünyadaki ekonomik rekabete dahil olarak ve kendilerini zenginleştirerek sömürgecilik döneminin ezikliğini aşıyorlar. Önlerine yapıcı bir program koyarak ilerliyorlar.

        Buna karşılık Batı emperyalizminin siyasi tahakkümüne, Kuzey Afrika dışında çok sonraları maruz kalmış Ortadoğu-İslam coğrafyasından böyle bir yapıcı proje hanidir çıkmıyor. Tersine giderek, bir medeniyetin yükselmesini, sosyal düzenden sanata ve estetiğe kadar pek çok değeri yaratmasını sağlayacak maddi temel tahrip ediliyor. Günün veya geleceğin kurulmasını neredeyse tümden ıskalama pahasına muhayyel bir altın çağ peşinde koşuluyor.

        Üstelik bu arayış uzun sürmüş bir gerileme sonucunda devletlerin ya fiilen ya da meşruiyet açısından çökmeleri nedeniyle şiddeti ön plana çıkararak yapılıyor. Toplumların, devletler çöktüğü için, burada bir çaresizliğe teslim olduğu doğrudur. Üstelik bu tüketici dinamik yalnızca bu bölgede geçerli değil. Gene de şiddete teslim olmanın aslında geleceksiz kalmak olduğu bilindiğinde bu durumun nasıl bir felaket anlamına geldiği de anlaşılır.

        20. yüzyılın en önemli olaylarından İran devriminin ardından bile dünyada evrensel bir model haline gelebilecek bir yapı, anlayış, yönetim tarzı veya ekonomik sistem bu “medeniyet havzasında” kurulamadı. Arap isyanları bir yanıyla bu yapıcı proje arayışının sonucunda, kentli okumuşların başını çektiği bir başkaldırıydı. Yazık ki aslında Arap dünyasının geleceğini temsil edenlerin siyasi deneyimsizliği ve örgütsüzlüğü onların bu projeyi uygulayacak konuma gelmelerini engelledi. İdeolojik gündemlerini ön plana çıkaranların basiretsizliği ve karşı devrimin tüm gücüyle abanması bu deneyimi askıya aldı.

        ABD’nin Irak savaşının bölgenin tüm toplumsal ve siyasi dengelerini allak bullak ettiği doğrudur. O bakımdan Amerikan yönetiminin, geçmişin günahlarından “hadi bana müsaade” diyerek kaçması ne adildir ne de mümkündür. Ne var ki Irak’taki düzenin çöküşünden sonra yeni bir bölgesel düzenin kurulması için çaba gösteren pek olmadı. Tersine devletler ve toplumsal aktörler Amerikan fiyaskosunun ve çekilmesinin yarattığı boşluğu bölgesel hegemonya hevesleri, mezhep çatışmaları ve savaşlarıyla tüm bölgeyi emen bir girdaba çevirdiler.

        İktidar partisi Arap isyanlarına kadar bu çabayı göstermişti. Türkiye konumu ve 200 yıllık deneyimi nedeniyle bölgenin kaderinden kurtulma potansiyeline sahipti. Ne var ki yönetici kadroların ideolojik olarak reddettikleri Batılılaşma mirası, aslında onları dünyada söz edebilecek hale getiren en önemli unsurdu. Geçmiş yılların başarısının kerametini Türkiye’de ve onun tarihinin özgünlüğünde değil, kendi siyasi hareketlerinin hayallerinde aramanın ağır bedeli bugün ülkenin önüne itibarsızlaşma, yıkıcı bir otoriterleşme, iç savaş eşiğine gelme ve birinci ligden düşme cezası olarak geliyor.

        Eğer bakmayı becerirseniz göreceğiniz manzara yazık ki budur. Hiç de böyle olması gerekmiyorken.

        Diğer Yazılar