Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ÜLKELERİN ruh dünyaları arasında bazı yırtıklar olduğunda...

        Devletler bunu ya paramparça eder; ki savaşlar olur.

        Yahut bunu dikerler: Bazen füzelerle, uçaklarla, ticaret anlaşmalarıyla.

        Elbet “iki ülke açısından da yararlıdır”. Biri eksiklerini alır; diğeri adisyonu toplar.

        Mühim olan, “füze, uçak, silah, teknoloji eksiklikleriniz”i kabul edip bunları ithal ederken başka eksikliklerinizi kabul edip etmediğinizdir.

        Etmeyebilirsiniz.

        Çünkü bir bakarsınız, o devletler kimi başka devlete, misal sultanlıklara, emirliklere “uçak, füze” satarken onların dünyasını pek mesele etmemiştir.

        Ama size gelince!

        Bir sorunun bir çırpısında bölgenizi, ülkenizi, devletinizi, tarihinizi, zorluklarınızı, acılarınızı anladığını sanan kimi “yabancı” gazeteci de o yüzden “katlanılmaz” gelir. Biraz öyledir de.

        “Onların bize ne dedikleri”ne bakarız; “onların dedikleri” üzerine adalet terazisi tartarız.

        Oysa esas önemli olan belki şudur:

        Kendi ülkelerinde kendi devletlerini, iktidarlarını, siyasetdevlet adamlarını, iş dünyasını, diplomatik-askeri tercihleri de kıyasıya eleştirebiliyorlar mı?

        Hem teknoloji, hem yolcu uçağı, hem füze, hem teknoloji vesaire üreten bazı sistemlerde o da mümkün mü?

        İmza atarken “yatırım finansmancılığı” dönemini hatırlatan, ama esas tedrisatını “felsefe” üstüne yapan cumhurbaşkanlarının dediği gibi, orada “İfade özgürlüğü bir bütündür, bölünemez” mi, hakikaten? Biz “ifade özgürlüğü meselesi”nin bir yerine “sulayan, besleyen terörün bahçıvanları”nı koyarken, onlar söylediklerinde samimi midir?

        *

        Türkiye “nevzuhur” bir ülke değil.

        Başkalarının da anlaması lazım; kendimizin de!

        Hem tarihinin hem topraklarının, hem bugünkü topraklarının çok ötesinin gurur, acı, trajedilerini damarında, ruhunda, bedeninde, aklında taşıyor.

        Bütün o tarihi yaralar, yargılar-önyargılar üzerine çullanırken...

        “Başkasının eleştirileri”ne ihtiyaç yok gibi düşünmek mümkün!

        Ama esas meselemiz, kendimiz kendimizden ne kadar memnun olabiliriz?

        Ne kadarıyla yetinebiliriz?

        “Batı’nın ikiyüzlülükleri, Ortadoğu’nun oyunları...” elbet var da, kendi yolumuzda tayin ettiğimiz birtakım değerler, anayasalara yazdığımız ilkeler, hak ve özgürlükler, devleti tanımladığımız cumhuriyet, demokrasi, hukuk devleti, insan hakları gibi “tarihi kavramlar” açısından o tarih, tayin ve beyanlarımızla uyumlu bir yerde miyiz?

        Meselemiz bu olmamalı mı?

        Paris buluşması, birbirine “dostum” diyen iki liderin yönettiği iki devlet üzerinden iki ülkenin (yeniden) yakınlaşmasıydı; imzalar atmış, “içeride” eleştirileri de paylaşmışlardı.

        Ama uçak, füze, tarım, nükleer santral gibi “deftere kayıtlı” imzalarla “ikili yakınlaşma” olurken; toplu uzaklaşmaların imzaları da tarihe kaydedildi.

        Türkiye zaten “AB kapısında bekletilmekten bıkmış, yorulmuş, yeni kararlar verme ve artık yalvarmama” eşiğinde olduğunu beyan etmiş...

        Fransa da hemen “AB’nin Türkiye’ye dürüst olmadığı” görüşünü paylaşıp “Türkiye’nin yakın zamanda tam üyeliğinin asla mümkün olmadığı”nı ilan etmişti!

        Diğer olup bitenleri, olup bitecekleri, bitmeyecekleri biraz bunun etrafında da değerlendirebilirsiniz:

        Ticaret pazarına, yatırım sahasına, terörle mücadele birimine, NATO uçbeyliğine, Ortadoğu aktörlüğüne, mülteci kampına (yine) indirgenmiş büyük ve tarihi dost ve müttefik!

        Ama yine esas meselemiz şu:

        Biz kendimiz hakkında ne düşünüyoruz? Düşündüklerimizi bir diğerimizle konuşabiliyor muyuz? Kendi sorumluluklarımız ne?

        *

        Hiçbir ülke, kibirlenip böbürlenip kendi tarihini tertemiz sunamaz elbet.

        Öyle ya, ifade- eleştiri özgürlüğü ve cesaretinin (ve kabulünün), Fransa bir yana, evrensel beyanlarından sayılan; Emile Zola’nın gazete yönetmeni Clemenceau ile birlikte, devlete ve milletin ciddi kısmının önyargılarına karşı “Suçluyorum” manşetini attığı l’Aurore Gazetesi eski binasının az ötesinde...

        Milyonlarca can alacak emperyalist savaşa karşı çıkmış siyasetçi Jean Jaures’in, tam da o yüzden, yazısını yazdığı gazete çıkışında öldürüldüğü köşe var!

        Bizim tarihimiz ve dünyamız da biraz öyle aslında...

        Yolculuğun ritmi başka olmalı!

        Sene 1986. Yine Paris’te, Başbakan’ı izliyorum. 12 Eylül darbesi yüzünden, “seçilmiş başbakan” Özal Avrupa’ya davet edilmiyor. O da OECD toplantısını bahane edip Paris’te, Cumhurbaşkanı Mitterrand değilse de yeni başbakanlık kazanmış Chirac’la gayri resmi buluşuyor: Misal, Macron’un “Öğrenci ve öğretmenleri yargılanan bu üniversite bizim için çok önemli” dediği Galatasaray Üniversitesi orada kesinleşti; misal, Türkiye’nin Avrupa yolu yeniden öyle açıldı.

        O sırada Macron 8-9 yaşında.

        32 yıl olmuş: Mitterrand, Özal yaşamıyor; Chirac 85’inde, biz yaşlandık. Meseleler maşallah taptaze!

        Diğer Yazılar