Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Liberaller, muhafazakârlar filan hep dediler ki, “Sınıf savaşı bitmiştir”!

        Öyleyse bu kadar ölü ne?

        Hep dediler ki “Yeni ekonomide işçi sınıfı yok olmuştur”!

        Öyleyse bu kadar ölü işçi kim?

        ***

        Orada o madende “sınıf savaşı”nın bir ölü ordusu daha yatıyor ve o madenden o sınıfın son kurbanları çıkıyor.

        Sadece öldükleri için değil sınıf savaşı.

        Şimdiki büyük felaket ve derin acı dışında…

        Devletin, hükümetin, işverenin, bilirkişinin, profesörün, hatta medyanın de kendilerine karşı örgütlü saldırısı yüzünden sınıf savaşı.

        ***

        Çünkü bakan gidiyor, daha kısa süre önce “Patronun madenleri”ni övüyor; “Örnek alınacak niteliklere sahip; işçi güvenliğini ön planda tutuyor” diye.

        Çünkü şirket sahibi övünüyor, “40 yıldır en yeni, en yüksek güvenlik standartları ile madencilik standartlarını belirledik” diye.

        Çünkü medya soruyor, patron gülerek cevaplıyor, “TKİ’nin 140 dolarlık maliyetini biz 23,80 dolara düşürdük” diye.

        Çünkü işçiler medyaya reklam-ilan veremiyor, ünlü gazetecilerden eş dost edinemiyor, medya sahibi, holding sahibi olamıyor, çünkü sıvasız hanelerin çocukları sayısız ama parasız oluyor.

        Çünkü “Soma her gün ölüyor” ve iki hafta önce Meclis’te gündeme geliyor ama iktidar milletvekilleri önergeyi reddediyor; hem de gazeteci kökenli bir mebusun sözleriyle, “Muhalefet gündemi tıkamak için eften püften araştırma önergeleri veriyor” diye.

        Çünkü en önemli üniversitelerden birinin Madencilik Bölümü başı, koca profesör, hem de “bilirkişi” olarak patronun dostu, başkalarını yerin dibine soktuğu bir konferansta bile “Alp Gürkan (şirketin patronu) bir pantolon vermişti, birine vermem için. Kendim giyiyorum” diyecek kadar şirketi üzerine geçirmiş, patrona fakültede neredeyse kürsü kuracak kadar ders verdirmiş ve o yüzden daha can çekişirken onca işçi, ekrandan taşabiliyor, “Karbonmonoksit tatlı bir ölüm” diye.

        Çünkü 6 yıl önce tersanede işçi ölümleri katliama dönüşmek üzereyken durmadan yazdığım sırada İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü Kasım Bey çıkıp “Bunlar köylü. Köyden hiç ayrılmamış. Toprağa basmaya alışmış. Yükseğe çıkınca düşüyorlar. Madende gaz patlamasında 250 insan ölüyor. Tersaneler sanki facia varmış gibi gösteriliyor ama oranlara baktığımızda o kadar da büyük değil” diye buyurabiliyor ve 6 yılda iş katliamında en az 6 bin işçi daha öldüğü halde koltuğunda kalabiliyor.

        Çünkü bir tersane işçisi değil, bir tersane patronu iktidar milletvekili, hem de Milli Savunma Komisyonu Başkanı olabiliyor, onca tersane işçisi ile TSK’nın onca ezileninin ölümüne baka baka.

        Çünkü tersane patronlarının başkanı “Burası tekstil atölyesi değil, işçiler ölebileceklerini bilmeli” diyebiliyor.

        Çünkü daha kısa süre önceki tapelerde, hem de o günler tersanesinde işçiler peş peşe ölü yattığı halde, Başbakan (Bakan ve Genelkurmay Başkanı ile birlikte) kendisine kendi diliyle ve kendi eliyle askeri ihale sunabiliyor.

        Çünkü sivil-askeri iktidar ihale dağıtırken, Karşıyaka’da gencecik askerler çıkarma gemisinin altında ihalesiz kalıyor.

        Çünkü daha bir hafta önce, “İş Sağlığı ve Güvenliği Haftası Uluslararası Konferansı” gösterisi yapanlar, 2013 başında çıkan “İş Güvenliği Uzmanı çalıştırma zorunluluğu”nu 2016 ortasına erteliyorlar; “patronlara ek maliyet çıkmasın” diye.

        Çünkü bütün kanunlar patronlar için, ama öncelikle iktidarın yeni sermaye sınıfı, neo-burjuvazi için düzenleniyor.

        Çünkü Ceylanpınar’da devlet çiftliğinde taşeronla birlikte günde 3-5 TL’ye çalıştırdıkları minicik süt kızları, hamile kadınları kamyon kasasından dereye düşürdükleri halde, hiçbir utanma duygusu taşıyamıyorlar.

        Çünkü Bursa’da, “Burası tekstil atölyesi”nde, kaytarmasınlar diye gece mesaisinde kadın işçileri atölyeye kilitleyip 5’ini alevlere terk edebiliyorlar.

        Çünkü bir patron, iş aksamasın diye selde yola çıkardığı servis aracında boğulan 8 kadın işçinin ardından “Köpek bile canını kurtarmayı becerdi, bunlar beceremedi” diyebiliyor.

        Çünkü bir cephaneliğe tıkılmış 25 askerin paramparça olduğu, parçalarının toplanıp cenaze haline getirilebildiği, ancak DHA teşhisiyle birbirlerinden ayrılabildikleri Afyon’da bile hala “kendi çocuklarına saldırı”yı affetmeyeceklerini haykırabiliyorlar.

        Çünkü 4 yıl önceki Karadon katliamında Başbakan “Maden işçilerinin kaderinde bu var” diyebiliyor.

        Çünkü daha önceki Çalışma Bakanı 4 yıl önceki o maden felaketinde “İlk 19-20 cesedimizde bahsettiğiniz türden herhangi bir şey yok. Güzel öldüler. Acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini burada rahatlıkla söyleyebilirim” diye rahatlıkla rahatlayabiliyor.

        Çünkü kendi güvenlikleri için mahkemenin, istihbaratın, polisin kanununu yeniden yazanlar, sosyal güvenlik kanunlarını yazsalar da bozuyorlar.

        Çünkü Soma gibi bir felakette, iş güvenliğinden önce kendi güvenliklerini düşünüp asker-polis yığıyorlar.

        Çünkü bir Japon sorumlunun utançtan tam harakiri yapabileceği bir ortamda, hakikatler ceset ceset fışkırırken bile kara dehlizlerden, bir bakan ıkına sıkına ancak “Önemli olduğuna inandığımız bir olay. Önemli bir sıkıntı var. İnşallah çok büyük bir sıkıntı çıkmaz” diye ıkına sıkına bir dil yerine (elbet çok üzülse de) kahrolmuş, sorumluluk üstlenen bir lisan bulamıyor.

        Çünkü “Milletin şeyine koyacağız” diyen sözde muhafazakârlar, ihale ve kâr peşinde, Havuz Medyası’na para kusuyor.

        Çünkü memlekette paşalar, darbeleriyle, apoletle bile yönettikleri Oyaklarıyla, holding yönetimlerinde koltuklarıyla “sınıf savaşı”nın paşası ve maşası olduklarını kanıtladıktan sonra; sözde sivil-demokratik iktidar da, tapeleriyle “sınıf savaşı ve yağması”nın, para-kasa-kutu-sıfır sevdasının tepesinde, utanmak yerine sesi duyulunca “darbe” diyor.

        Çünkü sadece iktidar, iktidarlar değil; medya ve bir bütün olarak sermaye de iş katliamlarını gözden kaçırıyor.

        Çünkü “Ünlü” gazeteciler, bir merak edip de İş Cinayetleri Almanağı’nın yeni baskısına bir baksın; “sınıf savaşı”nın ölü-sınıf bilançosu “2013’te en az 1235 işçi” diye orada yazıyor.

        Çünkü “muhtelif muhalifler” bile yılda bin işçi ölümünü, Soma dışında bile yılda en az dört, beş Soma kadar felaketi görmüyor, umursamıyor, “sınıf meselesi”nin ne olduğunu çoktan unutmuş, sınıflar yokmuş gibi davranıyor.

        Çünkü ulusalcı, kimi cumhuriyetçi, milliyetçi, beyaz sermaye müttefiki, “muhaliflik” biçimlerinde de sınıf diye bir şey yok; çünkü olması da mümkün değil!

        Çünkü sadece kimliklere sarılan muhaliflik biçimlerinde de, sınıf, olsa olsa bir “alt-kimlik” olarak altta kalıyor!

        ***

        Kendi çocuklarının kısık para sesi için ülkeyi altüst edebilen bir düzende, 15 yaşına komada girip canını vermiş bir çocuğu yine öldürülmeye müstahak göstereli iki gün mü oldu?

        13-15 yaşında çocuklara bile savaş açmış bu düzenin kadim hikayesi alttaki, Soma da ölmeden önce yazılmış yazıda.

        Ama o savaşın sınıf savaşı cephesi de, işte bir çocuğu da yüzlerce metreye indiren bu düzenin gözlerinin içine içine bakan, “içeride kalmış” 15 yaşındaki Kemal’de!..

        Geride kalan kadınların, çocukların yüreğimizi delen gözlerinde.

        Not: Yazının başlığı ve sonundaki “15 yaşındaki bir Kemal”, ilk haberlerle gelmişti. Gazeteyi beklemeden, “internet baskısı”na kalbimin acısı ve acelesiyle yazı koştururken, maalesef yapabildiğim ancak bu iken, o haberdeki “çocuk işçi”yi yazıya kattım ben de.

        Sonra bakanlar “sevinçle” açıkladı:

        “15 yaşında değil, o delikanlının 19 yaşında olduğunu öğrendik. Bu da sevindirici bir durum!”

        Öyle ya, sevinecek başka neyimiz var!

        Başlığı ve yazıyı ilk haliyle bırakıyorum.

        Sonunda burada içtenlikle özür diliyorum, 15 yaşında bir çocuk ölmemiştir diye!

        19’unda bir delikanlı, 29’unda, 39’unda onca işçi öldü diyeyse bakalım kimler özür dileyecek!

        Ayrıca, bir de yarınki yazıda bunun devamı var!

        Mahkeme, evladının nasıl öldürüldüğünü tekrar tekrar dinlediğin yerdir!

        10 yıl önce Uğur Kaymaz, evleri önünde, ayağında terlikle, 12 yaşına 13 mermiyle delik deşik edildiğinde…

        Ali İsmail Korkmaz 9 yaşındaydı.

        2014 yılında, Kızıltepe’de yahut Eskişehir’de tanışsalar belki “ağabey” diyeceği bir genci, 12 yaşında öldürüldüğü için herhalde hep çocuk, hep kendinden küçük bilmiştir herhalde.

        ***

        Zaman, yıllar, yaşlar kolay hesaplanır, basit anlatılır sanılıyor ya…

        Böyle bir şey de var işte!

        Kim kimden küçük, kim kimden çocuk, kim kimden genç, şaşırırsın.

        Çünkü çocuklar vuruldukları yaşta kalır!

        Cumartesileri Galatasaray’da yıllardır kayıpları için toplanan annelerin yanındaki nice kişi, bir çerçevede kendinden genç bir dedenin fotoğrafını taşır mesela.

        Kendinden yaşça küçük babasına sarılır delikanlı; bir çocuk suretiyle kucakladığı ağabeyini taşır bir genç kadın.

        25’inde bir kardeş, 19 yıl önce, birlikte karakola götürülürken ağabey deyip eline yapıştığı 13 yaşında çocuğun asit kuyusundan çıkmış küçük kemiklerini omuzlar, cenaze diye.

        ***

        Bitmek bilmeyen duruşmalar, çocukların yeniden yeniden öldürüldüğü, annelerin evlatlarının nasıl katledildiğini tekrar tekrar dinlediği, 13 merminin tekrar tekrar çocuk bedenine saplandığı, sopaların yeniden vücuduna indiği, işkencede cansız düşmüş çocuğun bir kez daha asit kuyusuna atıldığı “ebedi ve ezeli trajedi”dir.

        Kalplerinde, tenlerinde, canlarında, her anlarında evlatların acısını yüklenmiş anneler tekrar tekrar dinlerler, evlatlarının nasıl katledildiğini.

        Kendi çocuğuna bakıp bakıp o çocuklar için vicdanı nihayet kanamış, o anneler önünde başını öne eğerek kahrolduğunu ifade eden bir sanık pek çıkmaz.

        Ya sırıtırlar ya amirlerini kollarken kendilerinin de kollanacağından emin, beklerler.

        Orada, “Bu çocukların öldürülmesinden biz de sorumluyuz” diyen bir devlet vicdanı, bir cumhurbaşkanı, bir başbakan vicdanı da pek bulunmaz.

        Her yere uğrayan sözleri, dilleri oralardan teğet bile geçmez.

        ***

        Ve maalesef; bakın en acısı budur… Ve maalesef…

        Öyle bir ayırır, acıları tam ortasından öyle yırtarız ki, birbiri üzerine düşüvermiş çocukların ruhu esas bunu kaldıramaz.

        Kendi çocuklarının kısık sesi için feryat ederken, sessizliğe gömülü bir çocuğu yeniden yeniden ölmeye müstahak sayan Başbakan’ın bağıran sesi eksik olmaz…

        O çocuğun ölümünü Başbakan’ın yüzüne karşı dile getirse de, misal 19 yıl önce cumhuriyetçi komutanlar tarafından gözaltına alınıp asit kuyularına atılan çocuklar için de bir saat konuşup onları da anan, onların adını da haykıran bir Barolar Birliği Başkanı’nız olmaz!

        Maalesef, sopalarla öldürülmüş genç için saygıyla ayağa kalkan, adını haykıran, o anda başka türlü bir olgunluk yakalamış tribünler bile…

        Bir zamanlar evi önünde, gözaltında, işkencelerde, asit kuyularında eritilmiş, yok edilmiş çocuklar için nasıl sessiz, tepkisiz kaldıklarını; hatta o cinayetlerin büyük sorumlularını nasıl ağırladıklarını, o çocukların katlini, hele kimliklerinden dolayı, nasıl normal, makul karşılayabildiklerini hatırlamaz.

        ***

        Bizim temel meselemiz budur:

        Vicdanımızın içten pazarlıkları…

        Kalbimizin ayrımcılıkları…

        Ölü çocukları bile ayıran, yırtan, parçalayan ilkesizliklerimiz…

        İnfialimizin iki yüzü.

        Bu ikiyüzlülük zaten devletin, iktidarların daimi suratıdır…

        Lakin birçoğumuzun aynada kendine samimiyetle baktığında göreceği de maalesef odur!

        Oysa, tüm kalleşlerin katlettiği tüm çocuklar kardeştir!

        Diğer Yazılar