Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ümit Taş gözaltına alındığında 16 yaşındaydı.

        Sene 1993, aylardan ekim.

        21 sene mi olmuş?

        Ümit Taş yaşasaydı 37 yaşında olacaktı.

        Şimdi davası 21 yaşında!

        “Kayıp yaşı” da 21 işte!

        Çünkü bir kaybın kendisi yoktur, ama yaşı çoktur!

        ***

        Bir insanın, hatta aynı anda 11 insanın kaybı çok çok hızlı gerçekleşiyor…

        Gelip tutunmak istedikleri bu dünyada yok oluşları, yok edilişleri çok çok hızlı oluyor ama hakikatlerini ve haklarını aramak çeyrek asra gidiyor!

        ***

        Tam 21 yıl önce, 8-25 Ekim arasında, Kulp köy ve mezralarındaki operasyonda 11 kişi gözaltına alındı ve 11’i de gözden kaybedildi.

        Ümit’in kayıpken hem ölüp hem nasıl büyüdüğünü ve orta yaşa ulaştığını izleyelim:

        O yıl ailelerin soruşturma talebini savcılık dikkate almadı; bir dava bile açılmadı.

        Aileler 1994’te Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu.

        7 yıl sonra, 2001’de, Ümit hem kayıp, hem ölü, hem de 24 yaşında iken, AİHM davayı sonuçlandırdı ve “etkili bir soruşturma dahi yapılmadığı için” Türkiye’yi mahkum etti.

        O günlerde bu iktidar yoktu; yani Türkiye’nin kederini ve kaderini unutmayın, bugünkü zulümleri düşünürken o günlerdeki zalimleri de atlamayın diye söylüyorum.

        Ümit hem kayıp, hem ölü,¸hem de 26 yaşında iken, kayıplardan tamı tamına 10 yıl sonra, bir çoban Alaca Köyü yakınlarında bir dere yatağında kemikler ve bez parçaları buldu. Toprak, hakikati itiraf etmeye başlamıştı!

        Kemikler Adli Tıp’a yollandı.

        Ümit 26 yaşında olmuştu ama haliyle kemikleri daha 16’sındaydı!

        Kafanızı karıştırıyorum ama, Kayıp Yaşı da 10!

        ***

        2004’te, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu “Kulp kayıplarının, Tuğgeneral Ertürk komutasındaki operasyonda meydana geldiğini” kayda geçti.

        Ümit hem kayıp, hem ölü, hem 27 yaşındaydı!

        Bir yıl daha geçti; Aralık 2005’te, Ümit hem kayıp hem ölü, hem 28’indeyken, Adli Tıp raporu açıklandı:

        Bulunabilen kemik örneklerinin “yüzde 99.99 oranında”, kayıp 11 kişiden ikisine, Behçet Tutuş ile M. Salih Akdeniz’e ait oldukları belirlendi.

        Esasen orada 9 ayrı insana ait kemikler bulunmuştu!

        ***

        Ümit hem kayıp, hem ölüydü ve yaşı 30’lara vardığında…

        Soruşturma için Savcılık takipsizlik kararı verip Askeri Savcılığa havale etmişti.

        Dosya, kemiklerin tanıklığını dahi dikkate almadan, orada 2013 Ekim ayını, yani zamanaşımını bekliyordu ki…

        Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı 7 Ekim 2013’te dosyayı zamanaşımından alıverdi.

        Ümit, hem kayıp, hem ölü, hem 36 yaşında olmuştu…

        Ve olmadığı 37’inci yaşı ile öldüğü 21’inci kayıp yaşına, emekli tuğgeneralin tek sanık olarak yargılandığı davanın 21 Ekim 2014’teki ( Aralık ayına ertelenen) duruşmasıyla vardı.

        ***

        Özetle şudur:

        Bir anda kaybedilebilirsin…

        Ama 21 yıl boyu bir hakikatin dahi olmaz!

        Cumartesi Anneleri de 500 haftadır bu yüzden orada!

        Aşağıda onların 500’üncü Hafta Bildirisi!

        Kaybedilmek istenen, insanlığımız!

        “499 haftadır İstanbul’un en işlek yerinde Cumartesi Meydanı’nda oturuyorlar. Aslında 1013 hafta önce 27 Mayıs 1995’te başladılar. Devletin gözaltında kaybetme politikasıyla yönetildiği günlerdi. Başlangıçta beş, altı kayıp yakını, umutsuzluklarını, belirsizlikleri bir araya gelip paylaşarak mücadeleye dönüştürdü. Çoğaldılar, zira çoktular. Talepleri netti:

        1) Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın. 2) Kayıpların akıbeti açıklansın. 3) Kaybedenler yargılansın.

        O zamanlar oturmak da pek kolay değildi. 15 Ağustos 98’de 170. haftada devletin sabrı taşmaya başladı. 30 hafta boyunca polis şiddeti ve göz altılarla boğuştular. Nezarethanede oturmaya dönüşen cumartesiler travmanın artarak tekrarlanmasına sebep oluyordu. 13 Mart 99’da, 200. haftada ara vermek zorunda kaldılar.

        Devletin bir zelil yöntemi teşhir edilmiş, gözaltında kaybetme büyük ölçüde terk zorunda kalınmıştı. Bazı aileler kayıplarının akıbetini öğrenme “şans”ına eriştiyse de çoğu için gerçekleşmedi. Kendilerinden çok bize faydaları dokundu. Gözaltında kaybolmamızı engellemiş oldular.

        Ergenekon yargılamaları ile birlikte, 12 Eylül dönemi ve 90’lara uzanma ihtimali belirdiği günlerde, yarım kalan adalet talebini hatırlatmayı görev bildiler. 31 Ocak 2009’da tekrar oturdular.

        Sorumluluk makamındakilerse, adalet yerine, ne demekse “acı paylaşımları”nı koymaya çalıştı. Helalleşme adlı hileli terazilere, adı konmamış gizli aflara karınları tok. Talep ettiklerinin tek adı var, sıfatsız, sanatsız tek adı: Adalet.

        Öncelikle kayıpların akıbeti. Akıbet dediğimiz de çoğunlukla kemik. Suçun cezasız kalmaması. Devlet Baba’nın kendi çocuklarını adalete teslim etme, onların çocuklarından geri kalanı da Cumartesi Anneleri’ne teslim zamanı geldi geçiyor.

        Adalet, Cumartesi Meydanı’na konuşarak işe başlarsa, o ses her meydandan duyulur. Cumartesi Anneleri, Cumartesi İnsanları, 25 Ekim Cumartesi 500 haftadır oturuyor olacak 500 haftadır kayıplarını ve adalet arıyor olacaklar. Aslında 500 haftadır bizi arıyor, soruyorlar.

        Elimizde bir dal kırmızı karanfille, saat 12:00’de yanlarında durabilelim hiç değilse. Seslerini çoğaltalım. Bu Cumartesi ve her Cumartesi.

        Diğer Yazılar