Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ölümlerde, vahşetlerde infialimiz oluyor da… Öncesi yok aklımızda, vicdanımızda.

        Kamyon kasasından düşene kadar sütkızlar; madene gömülene kadar işçiler; tıklım minibüste yok olana kadar kadın işçiler, vurulana kadar askerler birer insan olarak yoklar!

        ***

        Soma 301 olduğu ve daha dün olduğu için, Ermeneklerle her gün yeniden hatırlandığı için belki henüz silinmedi.

        Afyon cephaneliğinde 25, Ostim-İvedik’te 20, Davutpaşa’da 21, Kocadon’da 30, Ceylanpınar’da 10, Esenyurt AVM’de 11, tersanelerde seri olarak 100… ve diğerleri, kaçı hatırımızda, hatıramızda.

        “Yılda ortalama 1200 işçi ölümü” derken, sigortalı işçilerin veya kayda geçmiş vakaların “iş kazası istatistiği”ni veriyoruz.

        Kayda geçmemiş o kadar çok ölüm var ki.

        Sanki hastalık evde kapılmış gibi görmediğimiz “Meslek hastalığı ölümler”ini, sadece kayıtlı olanları katınca bile, her yıl 2 bin 300 insanı buluyor ölü işçi sınıfı..

        Deprem kurbanı Japonumuz vardı; madende can veren Çinli işçilerimiz, ölü işçi sınıfımıza dün katılan Yang ve Sun da var. Hem de, Ermenek üzerine Bartın’da maden idaresiyle iş güvenliği toplantısı yaptıktan sonra!

        Dünyamızda terör konuşuluyor, Ebola konuşuluyor ama bu kıyım da işte böyle!

        ***

        Sorunumuzu tekrar edeyim:

        Bu insanlar, işçiler, askerler, hepsi daha önce değer verilmeyen hayatlarıyla vardı orada.

        Afyon’da öldükleri için orada olmadılar; orada oldukları, her yerde zorla angarya yüklenildiği için öldüler.

        AVM şantiyesinde ölünce naylon çadıra atılmadılar; hep oralara tıkıldıkları için öldüler.

        Soma’da, Ermenek’te ölünce madene girmediler; hep o şartlarda oldukları için öldüler.

        Yani siz, biz onların ölüleriyle tanıştığımızda var olmadılar; biz görmüyorken de vardı onlar; varken, yok oldular!

        Mesele sadece ölümün ağıtını değil, hayatın kağıdını dürüstçe, vicdanla, hakkaniyetle yazıp okuyabilmekte!

        Yok olan kadar, var olanı görebilmekte!

        Biz onları yok olunca var sayıyoruz; varken ise yok sanıyoruz!

        ***

        “Mehmetçik” öyküleri de öyle.

        Bayrağa sarılı tabut, kahpe saldırı, kalleş tuzak.

        İnfialimiz hazır elbet.

        Ölümüne böyle kıymet verip hayatı bu kadar mı değersiz sayılır insanların!

        ***

        Askeri Ceza Kanunu, “Astını itip kakan, döven, eza veren, sıhhatini bozacak hallerde bulunan, angarya yükleyen, başkasını kötü muamelesine müsaade eden amire 2 yıla kadar; şikayeti saklayan veya tehditle geri aldırana 5 seneye kadar hapis” öngörüyor, kağıt üzerinde.

        Lakin “Askeri vesayet karşıtı” iktidarın “Askeri esaret kanunu”, yani Disiplin, “Usulsüz müracaat” ile kıskıvrak yakalayıp eziyor, tüketiyor alttakileri.

        Başbakanlık BİMER’ine başvuran askerler bile birliğine bildirilip şikayet ettiği komutana teslim ediliyor.

        “Şehit sayısından fazla intiharlar” böyle böyle işte!

        ***

        Reyhanlı’dan da feryatlar geldi şu sıra:

        Bir komutanın tokatladığı, hakaret ettiği yeni devre uzman çavuşlar.

        Feryatta gizlenene bakın: “Kimse konuşamıyor korkudan burada. Kimse.”

        Diyarbakır’da maskeli kalleşlerin Astsubay Gündoğdu’yu öldürdüğü haberini aldığında, Gelibolu’daki meslektaşı Ramazan Aşkar mahkeme tebligatını da almıştı.

        Ocak’ta bomba denetim döneminde (“Bomba denetimi” deyince, Afyon’u unutmayın!), arkadaki komutanı görmemiş, ama komutan onun üşümüş ellerinin cepte olduğunu görmüştü.

        Komutan herkes önünde hakaret etti; Astsubay şikayetçi oldu ama anında sanık oldu.

        Sonuç şu: Astsubay, tanıklarla hazırladığı tutanak yüzünden evrakta sahtecilikten belki ordudan atılacak; daha üst komutan ise “hakaretçi” komutan için soruşturma emri bile vermedi!

        Ya da Şırnak.

        Çakma midibüse tıkılıp 10’u uçuruma cansız düşürülmüş askerleriyle Çakırsöğüt’ten epey bahsetmiştim.

        Oradayız yine.

        6 astsubay, 5 Jandarma uzman çavuş “ordudan atılmak üzere” yargılanıyor.

        Çünkü bir komutanın hakaret ettiği Astsubay Fetih Kuzu tutanak hazırlayıp tanık askerlere sonradan imzalatıyor.

        Şimdi hepsi sadece “evrakta sahtecilik” sanığı değil; Kuzu, hakkını ve haysiyetini korumak isterken hakaret ettiği iddiasıyla ve esas “isyan tahriki”nden sanık!

        Bir komutan da askerlerin avukatı Erkan Akkuş’u arayıp hatır mı sormuş, ne!

        ***

        O Çakırsöğüt’ten Uzman Çavuş Caner Kesimal’in bir mektubunu yayınlamıştım.

        Siz onu bayrağa sarılı tabutta, ölüsüne kıymet veren komutanlarla görüp unuttunuz zaten.

        Hasta olduğuna inanmayan komutanı oda hapsine atmış, Kesimal daha üstlere şikayetçi olunca, savunması için heyet yollanıp iyice canından bezdirilmişti.

        Mektupta, “Kimseden korkum yok. Mücadele edeceğim” demişti.

        Oda hapsinden göreve yollandı, işte o tabutta döndü.

        Siz sadece “şehit” bildiniz; arkadaşları ise “oda hapsinden tabuta” diyen yazımın hakikatini biliyordu!

        ***

        Düşeni biraz görüyoruz, tamam…

        Ama düşmeden hemen önce neye maruz kaldığına dair fikrimiz ve hissimiz pek yok!

        Düşmemiş sandığımız insanların her gün yeniden yeniden nasıl yere serildiğine dair derdimiz pek yok!

        ***

        O Çakırsöğüt’ten bir asker, 36 yaşında ölen Jamaikalı, Reggae müziğinin evrensel feryadı Bob Marley’in şu sözlerini yazmıştı; yine öyle bitsin yazı:

        Ve bir gün kalem diyecek ki…

        Bu kadar yazdığın yeter…

        Artık çiz gitsin!

        Diğer Yazılar