Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Süleyman Seba Sezonu bütün hızıyla devam ediyor.

        Galatasaray “güvenlik”inin başına demir kapı sürerek bir gazeteciyi öldürmesiyle başlamıştı…

        Fenerbahçe “güvenlik”inin gazeteci dövmesi, hem de yere yatırıp başına başına vurması ile devam etti.

        Statları “Arena” yaparsanız, bir sonraki aşama zaten aslanlara yem yapmaktır!

        Tabii “gazetecilik” ve “spor (futbol) gazeteciliği” de, haddim değil ama, bir aynaya bakacak.

        Üç kuruşa çalıştırdıkları muhabirlerin kafasını ezen, kafasına kafasına vuran kulüplerin güzide idare heyetlerine ilişik medya yöneticileri; onların propagandacısı, kuklası olmuş gazeteciler, kulüp başkanına “başkanım” diye yaltaklananlar, ölen veya düşen gazeteci kardeşlerinin yüzüne bakabilir hale gelmek için bir zahmet silkinecek!

        ***

        Süleyman Ağabey beni bağışlasın.

        Anladığım şu: Ölüm yılında Süleyman Seba Sezonu diye, elbirliğiyle onu her gün yeniden öldürmeye uğraşıyorlar.

        Brezilyalılar gibi plajda kumda oynayarak yetişseydik belki bunlar olmazdı.

        ***

        Tam o esnada düşündüğümü şimdi hiç düşünmeden buraya yazıyorum:

        1. Ben de Volkan Demirel’in yerinde olsaydım, maçı ve stadı terk ederdim.

        2. Durmadan “seni evinden aldırırım” diyen, “köpekli” mesajlar yollayan, eski zamanlarda övgü olan “kedi kaleci”den ziyade “tırmıklı kaleci” Demirel’in yerinde olmak şart mıdır? Hiçbir zaman şart değildir, hatta olacak iş değildir ama tam o sırada, o anda şarttır!

        ***

        Peki sonrası?

        Sonrasını, Fenerbahçeli değil Beşiktaşlı olduğum için böyle yazmıyorum.

        Ama en çok Fenerbahçelilerin anlamasını bekliyorum.

        Sözde onu korumak için gazeteci dövülen Volkan Demirel’in öncesi, kulüpte bizzat dövdürülen Rüştü Rençber’di zaten.

        Elbet özellikle Fenerbahçeliler, hele hele öldürülmüş bir gencin formasını öpüp okşamış, adını tribünlerden haykırmış olanlar farklı düşünüp farklı hissedebilir ama…

        Benim hiç fazla düşünmeden hemen hissettiğim şu:

        Artık…

        Ali İsmail Korkmaz…

        Aziz Bey ile aynı tribünde oturmaz!

        ***

        Sopalarla, tekmelerle dövülerek öldürülen, linç edilen Fenerbahçeli bir genç ile…

        “Mağduriyeti” ve “boyun eğmemesi” ile bir anda geçmişi dahi silerek sempati yaratan “karizmatik başkan” aynı günlere denk gelmiş, aynı tribünde yer almıştı.

        Tamam, toplumsal duygular böyledir, o an için rüzgâr budur.

        Lakin rüzgârın fırtınası da şöyle:

        Genç Ali İsmail Korkmaz nasıl sopalarla, tekmelerle öldürülmüşse; onun benzerini genç, emekçi gazeteciye kusan linççi “özel güvenlik takımı”!

        O Watergate filminin adıyla, Başkan’ın bütün adamları!

        İstediğiniz farkı, nüansı bulun…

        İşin özü budur.

        İşin özü, gücün, otoritenin, kudretin; tetikçiler, sopacılar, üniformalı, önlüklü yahut takım elbiseli goriller vasıtasıyla, liderin hiddetini fiili şiddete dönüştürmesi, yere düşene dahi kahpece vurmasıdır!

        Kibrin kustuğu kindir!

        ***

        Şimdi buna karşı duygularımızı kim geliştirecek?

        Medyasından gazeteci kovup duran, otoriteye biat edip başkasına sallayan Federasyon Başkanı mı?

        Hiddetli Türkiye Teknik Direktörü mü?

        Danışmanı yerdeki insanı durmadan tekmelemiş; kendisi “yersin tokadı” diye içtihat vermiş, öldürülen çocukları ayırmış, çocuğu öldürülmüş anneyi meydanda yuhalatmış Yeni Türkiye Teknik Direktörü mü?

        Başlıklarından rezilliklerine, hiddet-şiddet ateşine odun taşımış bir kısım medya mı?

        Uğur Meleke gibi iyi bir insan ve iyi bir gazeteciyi, özel bir futbol yorumcusunu kovarak kamu vicdanından nasipsizliğini kanıtlamış kamu kanalı mı?

        Doğan Koloğlu, Orhan Aldinç gibi futbol yorumculuğu ustalarını safra gibi atıp ölüme yatırmış parlak medya yöneticileri mi?

        “Dersimli” oyuncusunu, saldırıya uğradıktan sonra yalnız bırakıp ülkeyi terk etmesini kabullenen; kalanların da sakalına saldıran, dikta rejimindeki “Gençler cumhuriyeti” mi?

        Daha kendi Yıldırım’ına kulübü perişan eden günlerin hesabını soramadan başka Yıldırım’a sözde hesap soran Beşiktaş yönetimi mi?

        Son kongre günü, “Batı’ya açılan pencere”de oy kullanırlarken; tam Galatasaray Lisesi önünde, tam 500’üncü haftada kayıp çocukları için haykıran yüzlerce insana o an bile kayıtsız kalan, “oy” gibi demokratik bir hak kullanırken dışarıdaki “demokrasi çığlığı”nı duyamayan, gönül pencereleri Türkiye’nin derin acılarına kapalı “Galatasaray terbiyesi” mi?

        ***

        Tahminim, Süleyman Seba bir gece sessizce gelecek; o S.S.S.’yi kibarca söküp yanında ebediyete götürecek.

        Siz dilerseniz, bu otoriter, despot, tekmeci, tokatçı, duygusuz, riyakâr, arsız, faşizan futbol düzeninize her sezon SS adını verin artık!

        Diğer Yazılar