Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Böyle yazıları da pek sevmiyor olabilirim.

        Bilmiyorum; belki de bazen seviyorum!

        ***

        Yavuz Bingöl’ü de severdim. Ne diyeyim, sevmezdim mi diyeyim?

        Yavuz Bingöl’ü dinlerdim. Ne diyeyim, dinlemezdim mi diyeyim?

        Fakat o da şimdi, vakit bulursa saraylardan, lütfen beni dinlesin az:

        Sorun tek başına senin, benim, şunun, bunun, onun iktidara, saraya; oturmuş, seçilmiş yahut kendinin seçilmiş kişi olduğuna inanmış muktedirlere yapışması değil.

        Bir çocuk ve annesi üzerinden onlara daha çok yapışman bile önce, esas sorun şu:

        Kimi için büyükleri övmek…

        Kimi için küçükleri dövmek serbest.

        Adaletsizlik, “övgü, pohpohlama” özgür iken, eleştirenin, çocuk olsa dahi; hırpalanması:

        11 yaşında çocuklar, muktedirlere değil, öldürülmüş bir çocuğun hatırasına sarılmak istediği için terör zanlısı olarak yargılanıyor; polislerce itilip kakıldıktan sonra.

        12-15 yaşında çocuklar o arkadaşlarını destekledikleri için de sanık yapılıyor.

        “Anasını yuhalatmak insani bir şey” denen öldürülmüş çocuğu anmak için Taksim’e ekmek götürmüş 14 çocuk, önce dövülüyor, sonra Ağır Ceza’ya havale ediliyor.

        Bak, Yasin’in de, Berkin’in de, Ceylan’ın da, Uğur’un da, çocuk çocuk, bu memlekette öldürülmesi esas sorun; ölü çocuklar üzerinden bir de ayrımcılık yapılması.

        Sorun, o çocuk için muktedirlere “insanilik” arz ederken sen, Türkiye’nin her yanında çocuk, genç ya da yetişkin, nice insanın başka türlü “insani” tepkileri yüzünden hırpalanması, yargılanması, terörle suçlanması; genç bir öğretim üyesi kadının, 11 ay hapse mahkum edilebilmesi.

        Sorun tek başına, senin, şunun, bunun Yavuz ya da Havuz olması değil…

        O Havuz’da çocukların, insanların boğulması!

        ***

        Şimdi ne diyeyim; geçmiş zamanda “sevmezdim, dinlemezdim” mi diyeyim.

        Demem.

        Yine dinlerim de ayrıca.

        Ama şunu diyebilirim:

        Galiba, Nuri Bilge Ceylan Yavuz Bingöl’ü, Hatice Aslan’la birlikte çok da iyi oynadığı “Üç Maymun”da oynatmayaydı, daha iyiydi!

        Cannes’ı gören “Kan”ı da görebileydi, iyiydi!

        ***

        Mesele, kimin kimi sevdiğinden, takdir ettiğinden; kime yakın, yapışık, yanaşık olduğundan ziyade, böyle işte:

        Üç kuruş maaşla 18 saat çalıştırılan, onlarcası sıkışmışlıktan intihar eden polislerin, zorla yahut hevesle, üç beş muktedirin servet sırlarını, sıfırlarını, kasalarını, kutularını korumak, bırak hukuk karşısında kollamayı, en küçük eleştiriden bile azade kılmak için pankartlara, afişlere, binalara, karikatürlere, yazılara, sözlere, çocuklara, gençlere, kadınlara saldırtılması!

        Yargının ve polisin, kimi servetin özel güvenlik şirketi haline getirilebilmesi sorun.

        ***

        Yoksa kişi istediğini sevebilir; herkes istediğini sevip sevmemekte rahat olsa.

        Yoksa kişi, çok istiyorsa doğunca Yavuz, yeniden doğunca Havuz da olabilir.

        O kendi insanlığından veya üç maymunluğundan ibaret kalır…

        Yerde yatan şu çocuklar da olmasa ve onların da üzerine basmasa!

        El öpme, sopa, bumerang!

        Geçmiş olsun, Saadet bebek ve diğer evlatları analı babalı büyüsün; Ekrem Dumanlı dedi ki:

        “Beraber Hoca’ya gittiğimiz, Hoca’nın elini öpmek için sarılan gazeteci arkadaşlar bize terör örgütü diyor.”

        Böyle, sadece vefasızlığa, izansızlığa değil; yüzsüzlüğe de isyanda haklı.

        Yalnız esas sorun şurada:

        “Muhafazakâr gazetecilik”in bu “el öpme, biat-itaat tutkusu.”

        Geçmişte paşalar karşısında hazır olda duranları eleştirip sonra el etek öpmekse alternatif; zaten çok özgür olmaya pek niyeti olmuyor meslektaşların.

        Bir gazeteci; haber, yazı, fotoğraf, röportaj, yayın amacı dışında neden bir “Hoca”ya gidip “el öpmek için sarılır”?

        İnanın, öptüğü ele sonradan tükürmeye çalışmak bir sonraki mevzu.

        Sorun, “Paşa” emrine amade olmak gibi, “Hoca eli öpmek” veya “Lidere tapınmak”ta.

        İhanet etmek için bile önce bağımlılık, aidiyet, tabiiyet, itaat-biat gerekiyor zaten.

        Sorun, vefa kaybından önce, kafa kaybı!

        Kimse gücenmesin.

        İşte öyle!

        İnsan olan, öptüğü ele vurmadan önce iyi düşünür elbet…

        Ama harbiden gazeteci olan zaten el öpmez!

        Ne Paşa karşısında hazırolda durur; ne Hoca yahut Reis karşısında el pençe, iki büklüm, süklüm püklüm kalır.

        ***

        Bir nokta da şu:

        Bu terör örgütü meselesi, el öpmüş Havuz gazetecilerini, “Hoca’nın emirleri”ni sormuş, “Ne istediyse vermiş” iktidar mensuplarını da esasen “sanık” yapar.

        Yani sopa sandıkları şey; bir bumerang aslında!

        Diğer Yazılar