Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Biliyorum, elbette “çok önemli konular” var.

        Fakat şöyle sorayım:

        Bir an, işte öyle bir an, evladınızın hayatından, eşinizin, sevdiğinizin akıbetinden daha önemli ne olabilir!

        “Çok mühim konular”ı yazan çokbilmiş, az bilmiş, iyi yazmış, ne yazmış denecek çok kişi var tabii.

        Hepsine sevgi, saygılar.

        Burada sık sık “Göze görünmez ölüler” oluyor…

        Biraz görülebilsinler diye.

        Bir de, devletin derin ikiyüzlülüğü ile bizlerin sarsak vicdan dünyası az seçilebilsin diye.

        ***

        Bakın dün onca olay içinde şu iki vaka da oldu:

        “Sınır”da, kaçakçı takibinde bir astsubayın “sınır ötesi”ne geçince, kaçırıldığı bildirildi.

        En azından ilk haberler öyleydi.

        Bülent Arınç daha sonra bunun doğru olmadığını söyledi.

        Yine “sınır”da bir er, “kaza kurşunu” ile vuruldu, öldü.

        En azından ilk haberler öyleydi.

        ***

        Daha geçengün şunu öğrendik:

        Tam bir yıl önce “intihar etti” denen Er Mutlu Acısu’nun, intihar etmediği, “kazayla şehit düştüğü”nü.

        Demek oluyor ki, her intihar denen, intihar değil.

        Şunu da biliyoruz, başka vakalardan:

        Her kaza kurşunu denen de kaza değil!

        Şundan da şüpheleniyoruz bazen:

        “Kazayla arkadaşının vurduğu” kimi asker de, etnik-mezhepsel bir nefret kurbanı mı?

        ***

        Böylece, devletten ilk resmi açıklamaların, evlatlar üzerine giydirilen “etiketli, yaftalı” kefenlerin yalan olabileceğini öğreniyoruz.

        O yüzden “ölü askerler ordusu”nda evladını yitirmiş nice ana baba, kardeşlerini, sevdiklerini yitirmiş nice insan “şüphe”nin peşine düşüyor artık.

        Çünkü madenlerden plazalara, saraylardan tersanelere, şantiyelerden rantiyelere, kışlalardan yazlara, kışlara bir “Yalan hükümdarlığı” var.

        ***

        Öteki vakaya gelelim:

        Dünkü vaka doğru ya da yanlış, “Kaçırılan askerler” için infial duyuluyor önce.

        Ama sanıyor musunuz ki, hep öyledir; öyle sürer şefkati devletin.

        Burada yazdım, kaç örnekle.

        “Kaçırılmış” epeyce asker, hem de profesyoneller, serbest kaldıktan sonra, ailesine, çoluk çocuğuna, hayata kavuşmanın sevincini yaşayamadan, hem de yargısız biçimde, bir komutanın keyfince ordudan kovuldu.

        Ölseydi, öldürülseydi “Şehidimiiiz” diye kutsanacaktı; hayatta kaldı ve işsiz ve aç kaldı.

        ***

        Bu vicdansızlık, kışladan işyerlerine o kadar örgütlü ki, o kara duvarı yıkmak için milyonlarca vicdanın ortak gücü ve öfkesine ihtiyaç var.

        O da bizde yok!

        Oysa hikayede birbirine karşıt görünen “efendiler”, asker veya sivil köleleri hizada tutmak, hadlerini bildirmek için kale önünde acayip paslaşıyorlar; yeter ki, sürekli onlar gol atsın!

        İdeolojik düşmanlıkları sınıfsal ortaklıklarının önünde sık sık eriyor, en azından erteleniyor.

        O yüzden, üzerindeki askeri vesayeti kaldırmakla gururlanan “demokratlar”ın umurunda değil, yüz binlerce askerin esareti.

        O yüzden, sermayenin gücüne bazen veryansın eden “merhametli” muhafazakârların umurunda değil, modern-ilkel işyerlerinde örgütsüz, güçsüz, rehine gibi tutulup köleleştirilmiş yüz binlerce insanın maddi-manevi sefaleti!

        ***

        Askerle başladık, öyle bitireyim ki belki daha iyi anlatırım.

        Diyarbakır’da, çarşı pazar dolaşırken, hamile eşine meyve alırken maskelilerce arkadan vurulan “Şehit Astsubay” Necdet Aydoğdu’yu hatırlıyor musunuz?

        Belki!

        Cenazeyi Karadeniz’in sarp dağ köyüne götürmemek için “Şehitlikte toprağa verelim ısrarı” bile yapmış “devlet”, neyi araştırdı ve neyi araştırmadı, biliyor musunuz?

        En azından yakın zamana kadarki durum:

        Astsubayı öldüren silahın başka bir kentte başka bir astsubaydan “çalındığı”na dair bilgi pek araştırılmadı!

        Lakin askeri yetkililer, “Şehit Astsubay”ın “terör şehidi olup olmadığı”nı araştırdı!

        İlki, bize hakikati anlatabilecek bir şeydi.

        İkincisi ise “devletin bağlayacağı maaşla vereceği tazminat”ı belirleyen başka bir şey!

        Başa dönersek, ikide bir madenlerden kışlalara, “şehitlerimiiiz” diye bağıran ve buyuran asker-sivil devletin bir derdi de bu:

        Ölen öldü, kalan sağlara ne para vereceğiz?

        Bu ölü ordunun neferlerini nasıl sınıflandırıp faturalandıracağız?

        ***

        Bu ikiyüzlülüğü bilelim diye yazıyorum:

        İşte o yüzden, “Afyon cephanelik şehitleri”ne önce “doğal felaket” yazılmak istendi.

        İşte o yüzden, hemen “intihar etti” deniyor, “kaza kurşunu” da deniyor kimi asker için.

        İşte o yüzden, “helikopter veya nakliye uçağı”yla düşen kimi pilot ve mürettebatın ailesi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde.

        İşte o yüzden, 23 yıl önce Muavenet zırhlısında ABD füzesiyle vurulmuş kimi askerin yakınları bile, “şehitten tasarruf” yapan iç hukuk ve kendileri tükendiği için “Şehidin hakkı”nı AİHM’de arıyor!

        Diğer Yazılar