Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Normal”i şuydu:

        30 yılda 40 bin ölü” vermiş bir ülkede, “barış süreci ile düz ovada siyaset”in başarı kazanması herkes için önemli olurdu.

        Oylarının temsil ve siyasi mücadele kabiliyeti kazandığını gören milyonlarca insan için de…

        Dağdaki evladına hasret analar için de…

        On binlerce asker-polis evladı için endişe etmiş anneler için de…

        Barış süreci”ni başlatmış bir iktidar için hele hele.

        Yani bütün ülke için, siyasetin, Meclis’in, siyasi mücadelenin, temsilin önünün açık olması ne kadar önemli olurdu.

        Yüzde 15 almalıydık” diyen, “Türkiye partisi” olmak isteyen HDP için de elbette.

        Partinin barajı geçmesi, Meclis’te grup kurmasıyla “sevinç” yaşayan onca insan, savaş yerine siyasetin bayramını da kutlar gibiydi!

        ***

        Fakat bu pek hoşumuza gitmedi işte!

        İktidar, kendisi biraz oy ve hatırı sayılır sandalye kaybetse de, tek adamın yolunu tıkasa da, “Türkiye’nin önünü açan, barışa siyasi temel oluşturan, ülkeye kazandıran” bu durumdan gurur duyabilirdi…

        Oysa mateme girdi!

        Cumhurbaşkanı, kendi telaşlarını bırakıp kendisinin de esasen büyük katkıda bulunduğu bu tarihi anla gurur duyabilirdi…

        Ama matemden mateme girdi!

        Örgüt” binlerce genci yok eden bu sürecin siyasi mücadeleyle sürmesini “tarihi dönüm noktası” sayabilirdi…

        Ama HDP’yi küçümseyerek, milyonlarca oyu binlerce silahtan değersiz sayarak adeta mateme girdi!

        Ne HDP’nin de katıldığı yeni siyasi tablonun, mutabakat ufkunun bir nefes almasına izin verdiler…

        Ne de milyonlarca oyun, bir sandığa sıkışsa bile halkın tarihi değerdeki iradesinin kıymetinin bilinmesine, halkın bunun tadını çıkarmasına!

        ***

        Seçimden önce hedeflenen “Diyarbakır Katliamı”nın az ölümle atlatılması, seçimin yarattığı umut ve coşku içinde, artık kim ne beklemişse, onu vermemişti…

        Suruç Katliamı” sonrası için yetişti!

        Devletin “DAEŞ maeş” diye mırıldanması ile biri canlı, biri cansız iki bombacı genç dışında, katliam projelerine dair bir şey yok elimizde.

        Dikkat edin; Reyhanlı Katliamı soruları kadarı bile yok.

        Suruç, bir “barış” şenliği olacakken, müthiş zamanlamayla “savaş” işareti oldu işte.

        Kahpece katledilen, paramparça 32 insan üzerine, yine Urfa’da evlerinde kalleşçe öldürülmüş iki polis, trafik tuzağında öldürülmüş trafik polisi, gaz kapsülüyle öldürülen, evinde öldürülen, baskında öldürülen derken, uzman çavuş, astsubay ile karısı ve çocuğu yanında öldürülen binbaşı, sivil kıyafetle banka işi görürken katledilen uzman çavuş!

        Suruç Katliamı, aynı zamanda Türk-Amerikan İncirlik ilişkilerini “üs ve tesis etti!” Türkiye’yi Işid karşıtı cepheye bedelli asker ve ABD’ye yataklığa yazdı; bu iki vakanın, Ankara’nın çok istediği “Sınır ötesi bombardıman ve güvenli bölge” kapısını açmasına da vesile oldu!

        Durum, “Yataklıktan bataklığa” bir gidiş değilse!

        ***

        Çok acayip işte:

        HDP baraj altı kalırsa, siyaset ve temsil yolu tıkanırsa gerilim, çatışma artar” diye ortalama bir matematik yapmıştı ülke…

        Tam tersi ile cinnet patladı!

        Bunca işi, evinden ayrılmış, sonra Emniyet takibine de girmiş, o gün Suruç’ta katliama ve kendi ölümüne yürüyerek sakince gitmiş bir gencin becermesi mümkün tabii…

        O günlerde adı “1. Dünya Savaşı” olmayan, milyonlarca insanı yok edecek, imparatorlukları çökertecek, sınır ve rejimleri değiştirecek, yeni devletler doğuracak Büyük Savaş’ı da “Saraybosna’da bir Sırp gencin Arşidük’ü öldürmesiyle yüzünden çıktı” sanıyorsak, elbette, neden olmasın!

        ***

        Çoğu resmen kahpece cinayete kurban gitmiş polis ve askerler, vurulmuş insanlar, Suruç Katliamı’ndaki onca kayıpla yaramızı, yarılmamızı şiddetlendiren bu kıyametin başlangıcındaki tuhaflık bu hakikaten:

        Barış umudunun en büyük güvencesi olabilecek siyaset kazanmışken…

        Adeta o yüzden “savaş”ın patlaması yahut patlatılması!

        Tarih bunu bugün bizim ayrı cephelerde kendi ezberlerimizle aceleyle okuduğumuz gibi anlatmayacak tabii.

        Ama o arada, şu anda yeni güne uyanmış nice insan, çocuklarına sarılmış üniformalı babalar, evine, sevdiklerine hasret nice genç de bugün, yarın, öbür gün yok olmuş olacak.

        Sonra bir bakacağız…

        Savaş hiç de bir Sırp genç Saraybosna’da Arşidük’ü vurduğu için çıkmadı…

        Akacak kan damarda durmuyordu…

        Bir kıvılcım gerekliydi!

        Bu kıvılcıma bazen Reichstag, bazen Saraybosna Suikastı, bazen Çorum-Maraş katliamları, bazen Bingöl’de 33 asker, bazen 1 Mayıs, bazen Selanik’te Atatürk’ün evine bomba, bazen Pearl Harbor bile dendiği oluyor.

        Tarih bunlara belki Suruç’u da ekleyecek! Tabii “kıvılcım” demek çok hafif kalacak!

        Lakin o güne kadar, lütfen biraz akıl, biraz vicdan, biraz izan.

        Şu anda, tam şu anda baktığınız, konuştuğunuz yahut özlem duyduğunuz sevdiklerinizin bu cinnet bu cehennemde yok olmaması…

        Bu ülkede her şeye rağmen mümkün olan barış ve umudun düştüğü, üzerine basıldığı yerden doğrulabilmesi için!

        BİR ASKERİN KIYMETİ...

        Her can, her evlat kıymetlidir; tabii asker olan da.

        Şu cinnet ve vahşet döneminde, binbaşı, astsubay, uzman jandarma, uzman erbaş, er… peş peşe askerler öldürüldü;polisler gibi.

        Binbaşı Arslan Kulaksız eşinin, çocuğunun yanında öldürülmüştü…

        Uzman Çavuş Ziya Sarpkaya da, sivil kıyafetle, “bir banka-bankamatik işi” yaparken, yanına gelenin “asker misin” diye sorup silahı ateşlemesiyle, galiba tam babasıyla telefonda konuşurken.

        Katil, katildir… Cani, cani… Kalleş, kalleş.”

        Bu tartışmasız.

        Ama ardından soracağımız bir soru da şudur:

        Kırmızı alarm verilmişken, Ziya Uzman Şemdinli’de neden sokaktaydı?

        Kendi işi için mi, yoksa bir görevle mi?

        Görev işi gereği miydi, yoksa kendisi dışarı çıkmayan bir üstün banka kartını almak gibi daha şahsi bir şey mi?

        Bakın, yine söylüyorum; katil, katildir.

        Bunun sorusu bile olmaz; kim yaptı, dışında.

        Ama dışarıdaki o görevi, o emri kimin, ne için verdiği de bir sorudur.

        Ziya Uzman’a gerçekten bir insan olarak da kıymet veriyorsanız; “şehit tabutu” dışında da bir insani değeri olduğuna inanıyorsanız, o soruyu da sorarsınız.

        Ben soruyorum:

        Kim, ne görev vermişti; kimse kışladan çıkmıyorken?

        ***

        Bunu bu konularda yüzlerce yazı yazmış biri olarak, ama Genelkurmay Başkanlığı adına Adli Müşavir Dr. Hakim Albay Muharrem Köse’nin bir cevabı vesilesiyle de söylüyorum.

        Burada yazmıştım; Çiğli Üssü’nde Astsubay Gökhan Yıldırım, vazifesi olmayan bir “kamera döşemesi” emri sonucu çıktığı yükseklikten düşüp can vermişti.

        Yüklenici firma olduğu halde, “bedava emek” olarak, hiç ilgisi, uzmanlığı olmayan bir işte görevlendirilmişti.

        Ailesinin avukatı Erkan Akkuş “taksirli ölüme sebebiyet” gerekçesiyle emir-komuta zinciri için soruşturma talep edince, Genelkurmay’dan “Komutana atfedilecek herhangi bir kusur ve ihmal bulunmadığı” cevabı geldi.

        Askerin kıymeti”ni sadece “teröristin mermisi” ile “bayrağa sarılı tabut” mu tayin eder?

        Onun dışında, bir insan, bir evlat, bir baba, eş, sevgili, nişanlı olarak hiç kıymeti yok mudur?

        Diğer Yazılar