Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kazanmak için her yol mubah sananların günah düzeni son sürat sürüyor.

        Bir taraftan başta kendi çabalarıyla mümkün hale gelmiş bir karış barış baraj için yakıldı…

        Ne iktidarın ne PKK’nın beğendiği HDP oylarının cevabı onlarca asker, polis, vatandaş, çocuk ve gencin ölümü oldu.

        “Barış”a duacı AKP’li Yunus dahil; evinin damında vurulan anne dahil; 7 yaşındaki Baran dahil.

        Bir taraftan kin, intikam, panik, gözdağı baskınları.

        Bir manşet haberin cevabı holding-medyaya cümbür cemaat baskın oluyor.

        Ne deseniz, zamanlamayı başka türlü izah edemezsiniz.

        Kovdurulan gazeteciler, susturulmak istenen manşetler ve Dünya Basın Özgürlüğü Günü’ne armağan olsun diye iki İngiliz gazeteciye de hem Işid hem PKK’dan tutuklama.

        Şimdi artık vicdandan filan bahsetmiyoruz.

        O çoktan uçup göçüp gitti.

        Ama akıl da kalmadı.

        Düzen kafayı yedi.

        Tek kişilik sofra için kafayı yedi; bravo.

        Koskoca profesör olmuş mesela Davutoğlu; bunun neresiyle gurur duyacak?

        Böyle bir şey miydi AKP’nin vesayetsiz demokrasi vaadi?

        Kendini kaybeden, kendi aklını da yitiren bir iktidar var.

        Sadece tek parti iktidarını kaybetmekle kalmamış, kendi partisinin geçmişini, iddiasını, vaatlerini bile yalanlayıp hepsini çöpe yuvarlamış bir iktidar.

        Yazık, hakikaten yazık.

        Sanki biri kısık sesle fısıldayıp emrediyor:

        Demokrasi memokrasi adına vaat ettiğimiz ne varsa, hepsini sıfırlayın!

        CANIM KARDEŞİM!

        Nefret ve şiddetten bir kaçış ihtimalimiz var mı?

        Çünkü şöyle bir şey:

        Cumhuriyet Bayramı var mesela; Cumhurbaşkanı’nın Başbakan iken, acılı Soma’da “Tokadı hak ediyorsun” diye bir genci sevdiği ülkede.

        Gençlik ve Spor Bayramı var mesela; “karizmatik” Kulüp Başkanı’nın “İnip o hakeme iki tokat atacağım” dediği ülkede.

        23 Nisan Milli Egemenlik Bayramı var mesela, bir vatandaş bir Başbakanlık Danışmanı tarafından yerlerde tekmelenirken.

        Çocuk Bayramı diyoruz ya; çocuklar tekme tokat, gaz kapsülü ve mermi yerken.

        30 Ağustos Zafer Bayramı kutlanırken, Paşa’nın Gazi askerin esas duruşta çok esaslı duramayan platinli bacağına vurduğu tekme var.

        Dünya Barış Günü misal, neyse ki bir gündü, geldi geçti.

        Dünya Basın Özgürlüğü Günü de öyle. Bir daha uğrar mı, meçhul!

        ***

        Kadınlar Günü, Polis Günü, İşçi Bayramı, Nevroz, temsili kurtuluş törenleri… Hepsi var.

        Hepsinde nefret, şiddet, cinayet, aşağılama ile idrak edilen bir bayram hali var.

        Her gün gencecik insanlarını,yetmedi çocuklarını “terör şiddeti-devlet şiddeti” sarmalında ağalara kurban eden bir ülkede, bir tekme, iki tokadın lafı mı olur elbette.

        Olmasın.

        Ama o zaman siz de etmeyin.

        Yani Kulüp Başkanı’nın delikanlılığına yapışırken Reis’in tokadına kızmayın…

        Yahut onu normal kabul edip berikininkine…

        Ne bileyim ikisininkini de kınayıp Paşa’nınkine yapışmayın.

        ***

        Çünkü bu tekme-tokat aşkı, bir ailede dahi kadını, çocuğu küçük, aşağı gören; kendini tek ses Reis sayan erkeğin erkeklik kibrinden geliyorsa…

        Devletin zirvesinde de kibirden, ordunun yüksek rütbesinde de kibirden, futbolun en parlak sahnesinde de kibirden.

        Bu kibir sadece kendini beğenmenin, üstün, muktedir görmenin kibri, yani sadece narsiszmden ibaret değil.

        Bu kibrin kökeni, ötekileri aşağı görmek.

        Kendini yüceltmek, yükseltmek için mutlaka başkalarını aşağı, aşağılık, altta saymak.

        ***

        O yüzden de işte, bu kibirle mücadele zor.

        Çünkü kendi küçük hayatlarımızı da, başkasını etnisitesi, mezhebi, milliyeti, cinsiyeti, cinsel hayatı, tipi, kılığı, zaafları, fiziği, dili, şivesi, hali vakti yüzünden aşağılayarak yüceltiyoruz.

        Kendimize saygımızın kökeninde bolca başkasının hayatına, kimliğine, kişiliğine saygısızlık dozu bulunuyor.

        Erkekliğini yüceltmek için kadının aşağı olduğuna…

        Mezhebini yüceltmek için ötekinin sapkın olduğuna…

        Etnisitesini, milliyetini, kökenini yüceltmek için ötekinin köksüz, soysuz, bilmemnedölü olduğuna hükmetmen gerekiyor.

        Omzundaki yıldızlar seni ötekilerin amiri olmakla bırakmıyor; kölelerin sahibi kılıyor.

        Saraydı, debdebelerdi, korumalardı, evet alınan oylardı… Hepsi seni insanların hakimi yapıyor.

        Yanında çalışanları lutfedip “çalıştırdığın” kişiler görüyorsun; bir hak, bir sözleşme, bir eşitlik mümkün değil. Köleden hallice, esir değilse de ecir.

        ***

        Sanıyoruz ki, sık sık ezilsek bile bu şekilde, bir şekilde yücelmek de mümkün.

        İşyerinde, askeriyede vesaire çok ezilip sonra milliyetinle, etnisitenle, mezhebinle, vallahi bazen kulübünle filan, tabii ille erkek olarak üstünsün ya.

        Oysa ezmek-ezilmek, hor görmek, aşağılamak büyülü bir zincir.

        Bu zincirin senin ayaklarına da bağlanabilmesi için senin başkalarının ayağına, eline, diline, dinine, hayatına bağlanmasını hoş görmen, kabul etmen, dahası çok istemen lazım.

        Bu çarkların dönüşü…

        O tekmelerin, tokatların mümkün olmak bir yana, makul bulunuşu bu yüzden.

        O yüzden, “Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim” diye bir şiiri var memleketimin; alnımızda yazılı o mısralar, kendi kendimize okuyamamamız belki o sebeple.

        O yüzden o şiirde “kardeşim”in önüne, dünyanın en nazik, en sıcak, en şefkatli diliyle “Korkak bir karanlık içindeki akrep, telaş içindeki serçe, kapalı-rahat midye, gocuklu celep sopasını kaldırınca sürüye katılan koyun” gibi sıfatlar var; tam alnımızın ortasında.

        O yüzden tekmelerden tekme…

        Tokatlardan tokat…

        Kibirlerden kibir…

        Muktedirlerden muktedir beğenmeye devam!

        Diğer Yazılar