Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir memleket aynı gün içinde birkaç memleketi yaşıyor.

        İşin tuhafı, bir diğerini hissetmeden.

        Burada yazdığım gibi; “Büyük olmak böyle bir şey: Bir yanın kan içinde, bir yanın hissetmiyor bile!”

        ***

        Zamansız” vefat eden Mustafa Koç’un cenazesi Türkiye’yi yönetenleri, yönetmeye talip olanları, büyük sermaye ve başka iş dünyası temsilcilerini, medyayı, naklen yayınları buluşturdu.

        Hepsi elbet samimi üzülmüştür!

        Kimi tanıdığı, sevdiği için. Kimi tanısa sevebileceğini düşündüğü için.

        Kimi de başka başka sebeplerle.

        ***

        Aynı gün, işte bir gün önce, bir gün sonra; “Bölge”den yine bayrağa sarılı tabutlar gelmiş, yine sokak ortasında kan akmış, can yatmış, can verilmiş, yine “ambülans” feryatları duyulmuş, bu kez bir de “sokaktaki yaralıya gidip vurulanların da ateş altında sıkıştığı bir bodrum katı”na dair çığlıklar atılmış…

        Lakin bu yarı o yarayı sanki hissetmiyor bile.

        Duymuyor zaten, kalbiyle duyarlılık şey etmiyor zaten, ama ne bileyim, tenine bile değmiyor, nasıl denir, tüyler bile ürpermiyor!

        ***

        Büyük bir cenaze”deki cemaat, oradaki insanlar o sırada ne düşündüler acaba?

        Sadece “merhum”u mu? Kendi hayatları veya korktukları ölümü mü?

        İhmal ettikleri veya ihtimal saydıkları hastalıkları mı?

        Yine iş-güç, para-pul, alış-veriş, gündelik meşgaleler, işte her günkü dertler mi?

        Gördükleri başkaları hakkında mı düşündüler? Nefret ettiklerine gülümserken veya öykündüklerine hayran hayran bakarken ya da korktuklarına içlerinden başka dışlarından başka konuşurken veyahut servete, güce tapınırken yakaladıkları kendileri hakkında mı?

        Sahi kendini hiç öyle yakalayan çıkıyor mu?

        Bundan sıkılan falan?

        Hiç düşünen oldu mu, ne bileyim, “Burada bir cenazede buluşmuşken biz; bayrağın yoksulluklarını, kısacık ömürlerini, sıvasız hanelerini acele acele örttüğü tabutların peş peşe dizildiği; sokakta can çekişerek insanların son nefesini verdiği bir ülkedeyiz” diye.

        ***

        Bu ülkede bunları pek düşünmeden devlet adamı olmak da, burjuva olmak da, gazeteci filan olmak da nasıl mümkün.

        Böyle hakiki bir yükün, yoğun bir merakın, olan bitene dair derin bir sorumluluk duygun olmadan yıllar geçiyor.

        Ve siyasetçinin yaptığına “Anadolu ihtilali”; burjuvanınkine “burjuva devrimi”; gazetecinin ettiğine “vicdan ve basın hürriyeti, meslek ahlakı, etik” metik diyoruz.

        40 yıllık kanı dahi bitirememiş bir “ihtilal”le; 40 yıldır onca darbe kankalığı ardından üç beş rapor dışında “kekeme demokratik devrim”ini bir türlü telaffuz edememiş, hak ve özgürlüklere asılamamış titrek bir burjuvaziyle; tabut tabut üstüne, can can üstüne yığılan bir ülkeyi köşe bucak didiklemeyen, 1600 işçinin öldürüldüğü bir piyasayı asla sorgulayamayan, silahlı-silahsız, paralı-karalı her güç karşısında boyun eğen, kendi meslektaşlarının tüketilmesi karşısında dahi en fazla yutkunup duran, hatta yalan inşaatı ve hakikat hafriyatı ile hedef gösterme taşeronluğunu iğrenç bir miras gibi eski yandaşlardan yenilere devreden bir “medya ahlakı”yla dolaşıyorlar.

        Ama bakarsan hepsi gurur, kibir dolu!

        ***

        Sonra ABD Başkan Yardımcısı geliyor…

        Hani dünyanın her köşesinde darbeleri, cuntaları, faşizanları, katliamları, işgalleri, ırkçılıkları kotarmış yakın tarihin mirasçısı; hani “siviller”in ölümünden sorumlu olmaya devam eden “örnek sivil haklar” devletinin İki Numara’sı.

        Yine de bir “burjuva demokratik” gelenekle, senin “İhtilal” iktidarına; “demokratik devrim” burjuvazine, “etik şahikası” medyana…

        Baskı sonucu kovulan gazetecileri; haber yüzünden casus diye içeri atılan gazetecileri; herkesin benimsemediği bir dil olsa dahi, sadece yazı ve sözle eleştiri yapıp “barış” diyen ve devlet-millet linçine, “oluk oluk kan” tehdidine, her gün hakaret ve cezalandırma ameliyelerine maruz kalan akademisyenlerin ifade özgürlüğünü filan hatırlatıyor.

        Bütün o gurur-kibir efendileri ise…

        Ne iktidar olarak, ne sermaye olarak, ne medya aristokrasisi filan olarak bundan utanıyor…

        Utanmaktan vazgeçtim; şöyle ağız tadıyla öfkelenemiyorlar bile!

        Kendi toprağını açmışsın adamın atom bombalarına, savaş uçaklarına, hotzotlarına; dibine kadar dinlemiş, kaydetmişler devlet politikanı da “şahsi” hayatları da…

        Zaten neden nasıl samimiyetle utanacak, neye nasıl içten öfkeleneceksin?

        Sevsinler böyle ihtilalleri, öyle devrimleri, şöyle medya etiklerini!

        ***

        Bu ülkede büyük devlet adamı, büyük burjuva, büyük gazeteci olmak herkesin harcı değil, yani hiç kolay değil…

        Ama bu ülkede ambulans olmak da kolay değil.

        Ne varlıklıyı yetiştirebiliyorsun; ne yerde yatan yoksula ulaşabiliyorsun!

        Diğer Yazılar