Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kalk, bana sarıl aşkım. Sen cennet bahçesine gidiyorsun. Sana yakışır bir eş olacağım sonsuza kadar. Seni çok seviyorum aşkım benim.”

        3,5 yıl önce kocasının “bayrağa sarılı tabutu” başında bunları söyleyen kadın o sıra 45 yaşındaydı.

        Kendi deyişiyle, “Astsubay kızı, astsubay eşi, astsubay annesi.”

        Afyon Cephaneliği’nde, çoğu daha acemi, paramparça olan 25 askerden biriydi Bedri Nayim. Neredeyse Ankara’daki “canlı bombalı terör saldırısı”nın aldığı canlar kadar!

        ***

        O günlerdeki “Bedri Nayim cephanelikten sesleniyor” başlıklı yazımın içinden yine kendi anlatsın size:

        Biliyorsunuz, 5 Eylül’de öldüm. Gece vakti, mühimmat infilakında, mühim sayılmayan 24 askerle birlikte.

        Önce size kendimi tanıtayım: Ben Bedri Nayim. Astsubay Kıdemli Başçavuş. Emekliliğim çoktan gelmişti. Lakin üniversitede okuyan evladım var diye çalışmaya devam ettim.

        Komutanımız mühimmat sayım işini dört gecedir veriyordu zaten. Normalde gece yapılmaması gerekir. Mühimmat depolama talimatı ve üst komutan emirlerine aykırı olduğunu biliyordum. Personel azami sayısının 12 olması gerektiğini biliyordum. Sefer hali hariç, gece çalışma, ikmal gibi işlerin yapılmayacağını biliyordum.

        Ben de itiraz ettim.

        Komutan ısrarla emri yineledi. Günlük emir defterine yazılmasını istedim.

        Komutanın derdi 10 gün sonraki denetimlerdi. Önce emniyet, pek değil.

        Sayım yapıldığında TKK-59 taşınır mal yönergesine göre en az 3 kişilik sayım heyeti kurulmalıydı.

        Oysa sadece ben, bir de daha 22’sinde, yeni evli Murat Astsubay vardık. Depo asıl sorumlusu istirahatlıydı.

        O cephaneliğin açılmaması gerekirdi. Bizi, 25’imizi paramparça eden bu emir çok mu gerekliydi? Madem gerekliydi, komutan neden orada yoktu?

        Şimdi tahkikat heyeti gelecek. Suç yine bizim üstümüzde mi kalacak?

        Ben öldüm…

        Siz çok yaşayın.”

        ***

        Sonra aynen “Şehit Bedri Nayim”in tahmin ettiği gibi oldu.

        Ölmeden hemen önce nasıl gece yarısı o görevin yanlış olduğunu söylemişse, (arkadaşlarına dayanarak) “öldükten sonra bana söyledikleri” de çıktı!

        Heyetler geldi, gitti. Dava açıldı. Duruşmalarda acılı aileler “davalık” oldu. Emri verenler kısa süre sonra serbest kaldı, göreve devam etti.

        Ve son Bilirkişi Raporu’yla “suç yine bizim üstümüzde mi kalacak” sorusunun cevabı, “Galiba öyle” olmaya meyletti.

        ***

        Kalk, bana sarıl aşkım” diyen “sevgili eş” ve “onurlu kadın” o günlerde bana şu mektubu yazmıştı:

        Merhabalar Sayın Talu;

        5.9.2012’de Afyonkarahisar mühimmat Depo Komutanlığı’nda şehit olan Bedri Nayim’in eşiyim.

        Bütün yazılarınızı takip etmekle birlikte, gazetecilik yerinizin bizim için özel olduğu aşikâr. Cephanelik patlaması üzerine kaleme aldığınız yazıyı da okudum ve duygularıma tercüman olduğunuz için müteşekkirim.

        25 Mehmetçiğimizin böylesine ihmalkârlık dolu bir olayda şehit olması ve halen neticelendirilmeyişi acımızı daha da katlamakta.

        Patlama neticesi tutuklanan subayların tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığını öğrendik. Başta ben, bir kez daha yıkıldık. Üstelik bu serbest bırakma basında hiç yer almadı.

        Adaletin tecelli edeceğine dair güvenimiz iyice zedelendi. 25 cana mal olmuş bir zihniyetin 4 ay gibi kısa sürede hiçbir şey olmamış gibi salıverilmesine akıl erdiremiyoruz.

        Bedri Nayim benim 25 yıllık hayat arkadaşımdı. İki evladımın babası idi. O benim kanım, canım, yaşama kaynağımdı ve benden koparıldı.

        Şimdi cesur kalem olarak kalan yazarlarımızdan gördüğüm sizden; bir astsubay kızı, astsubay annesi ve şehit astsubay eşi olarak, konunun takipçisi olmanızı, gelişmelerin kamuoyundan gizlenmesine müsaade etmemenizi istiyorum. Lütfen.

        Saygılarımla

        Birgül Nayim.”

        ***

        3,5 yıl boyunca ben de unutmamaya, unutturmamaya çalıştım. İsmail Saymaz gibi az sayıda gazeteci de.

        Ancak…

        Geçen gün anladım ki, meğer o mektup bir vasiyetmiş!

        (emekliassubaylar.org’dan öğrendim ki) O onurlu kadın, Birgül Nayim, cephanelikte paramparça eşine “kalk, bana sarıl” dedikten ve o mektuptan 3.5 yıl kadar sonra, birkaç gün önce “Bu süreçte yakalandığı hastalık”a yenildi.

        Dört yıl oluyor… Dava sürünüyor… Çoğu gencecik “acemi”, paramparça olmuş, DNA’ları 6 kilometre çapında araziden kazınmış 25 askerin ruhları huzur bulmamış… Tam tersine kendini savunamayan “şehitler” suçlanıyor… Nisanda daha keşif yapılacak, dozerlerin kaç kez girdiği arazide… Mayısta yeni duruşma var ama isyan eden bir yürek, adaletin a’sını bile göremeden 49 yaşında durmuş işte!

        Sonra bana masal anlatıyorsun!

        ***

        Bitmeyen savaşlarımızın ve asla bitmemiş hoyratlıklarımızın kurbanı, asker-sivil, genç-yaşlı, bebek-çocuk, her kökenden, her inançtan herkesin; her türlü zalimliğin yok ettiklerinin hatırasına…

        Ancak ölünce sıvasız haneleri, viraneleri, enkaz hayatları, “babaevleri” şöyle bir keşfedilenlerin de!

        Haksızlık, adaletsizlik ve zalimliğin, toplumun her kesiminde yaygın ve ortak bir felaket olduğunun bilinmesini umarak!

        Birgül Nayim’e ve vasiyetine saygıyla!

        HER FARKLI SES BİR NEFESTİR!

        Evrensel’i engelle, IMC TV’yi kamuya ait “havada” sansürle, şunu sustur, berikini sindir…

        Kısık sesli bir memleket boğuk sesli bir halk demektir.

        Başkasının sesini duymak istemeyenlerle ne demokrasi olur, ne özgürlükler.

        İşyerlerinde, orduda, nerede olursa olsun, farklı sesi, hatta nefesi bastırılanlar esasında bunu çok iyi anlayabilir.

        Ama bir ötekinin sesi kısıldığında anlamak istemiyoruz.

        Demokratik hukuk devleti”nin sadece “devlet” kısmıyla yetinilsin isteyen bir yolculuk Türkiye’yi ancak duvardan duvara sürükler!

        Diğer Yazılar