Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        1 Mayıs’ta Taksim’e çıkmak yasak…

        1 Mayıs’ta ülkenin başbakanı ve iktidar partisi genel başkanının kendi partisinde atama yapması da yasak.

        O yüzden, Cem Karaca hala sesleniyor:

        İşçisin sen, işçi kal!

        ***

        1977 Katliamı sırasında sanırım Başbakan ile aynı okuldaydık.

        Ben Taksim’deydim, kendisi neredeydi o gün, bilmiyorum.

        Taksim’de olmak o gün Taksim’de ölmekmiş bir bakıma, tabii ben de o sabah bilmiyordum.

        Taksim’de olmamak da bir şeymiş tabii, ben o akşam tekrar meydana dönmüşken bile bunu bilmiyordum.

        Demek ondan bir, kaç yıl önce, yani belki biz üniversiteye girmeden hemen önce, Başbakan’ın partideki yeni rakibi Binali Bey’in de önünde iki seçenek varmış: Ya Boğaziçi, ya İTÜ.

        Yıllar yıllar sonra dediğine göre, “Boğaziçi’ne gittim. Baktım bahçede kızlı erkekli oturuyorlar. Ben burada baştan çıkarım dedim. İTÜ’ye karar verdim.”

        Ben de o bahçeye gitmiştim. Hayat görüşü, elbette. Ben oraya karar vermiştim.

        Bunun tarihte bir önemi yok. Ancak Başbakan’ın da belki bir yıl sonra, aynı bahçeye görüp “orada okumaya kar vermesi” sanırım40 yıl sonra bile partide derin ayrılık vesilesi!

        ***

        Anladığıma göre, tabii yanlış anlamadıysam, İktidar içinde yapılan “operasyon”un özü de bu:

        “Baş”tan çıkma ihtimali olan ile…

        “Baş”tan asla çıkmamaya kararlı olan arasında karar.

        ***

        “Baş”tan çıkma ihtimali olan, son zamanlarda Arınç’ı davet etmiş mesela.

        Arınç kim? Erbakan’ı 28 Şubat’la baş başa bırakıp partiyi kurmuş dört “baba”dan biri değil mi? Ama şimdi ayıp ve günah.

        Diğer dört “baba”dan üçü, Şener zaten çoktan gitmiş, Gül ise vazoda.

        Tek parti, tek lider, tek kurucu.

        “Baş”tan çıkma ihtimali olan Başbakan’ın, “Gazeteciler, akademisyenler tutuksuz yargılansın” gibi, “Çözüm için yine görüşme olabilir” gibi “çıkışlar”ı da var.

        “Baş”kanlık meselesini çok yürekten savunmamışlığı da var.

        O kadar adanmışlığına, o kadar saygı, biat ve itaate rağmen, belli ki yüzde yüz, şartsız bir hali indirememişliği de var.

        Tarihimizin her anında, “kendi atadığı veya partisinden başbakanı” sonradan (Çiller’i zaten hiç istememiş Demirel gibi) “nankör” sayan hep var.

        ***

        Yine de Başbakan’ı en çok rahatsız etmesi gereken bu değil.

        Ben olsam, asıl kahrolacağım şey, memleketin her yerindeki bin türlü operasyondan biri de MYK’da bana yapıldı diye üzülmeden önce…

        İki İşçi Bayramı arası işyerlerinde 1700 işçiyi öldürmüş ülkedeki sessiz ve derin matemle kötü olurum.

        Barış, çözüm derken; 7 Haziran’dan bu yana 400 “şehit”, yüzlerce sivil, yüzlerce “etkisiz hale getirilen”, onca yetim, onca dul, onca ağıt, onca harabe, enkaz ve yarayla sıra sıra tabut taşıyan ülkemle kötü olurum.

        Komşularla sıfır sorun demişken, tüm komşularla sıfır olmuş, tamam alicenaplık, insaniyet de var ama, arka plandaki müsebbiplerinden olduğum yüz binlerce ölü Suriyeli ile yurduma sığınmış yüz binlerce mülteci ile, onlardan kurtulmak isteyen Avrupa ile pazarlıkla kötü olurum.

        “Basın özgürlüğü kırmızıçizgimiz” diyebilmişken, 1500 insanın bir kişiye “hakaret”ten, onca gazetecinin “mesleki hareket”ten yargılandığı, tutuklandığı; milyonlarca sivil ve asker çalışanın otorite ve işsizlik korkusuyla sessizliğe mahkum edildiği, her köşede herkesi “terörist” sayabilen “kıpkırmızı çizgi”den kötü olurum.

        Serbest piyasa, basın, düşünce ve ifade hürriyeti derken; sermayeden çalışanlara, polisten yargıya, medyadan tek tek gazetecilere kadar “tayin, terfi, tasfiye, tahliye, kara liste”yle dönen çarkla kötü olurum.

        Kadınların, çocukların; taciz, tecavüz, cinayete maruz kaldığı, lakin onlardan ziyade hep güçlüleri kollayan bir sistemin çirkinliğinden kötü olurum.

        Suruç, Ankara, yine Ankara, yine Ankara, İstanbul, yine İstanbul’da, “canlı bombalar”la paramparça olmuş onca insana karşın, tek sorumlunun, “Ben bu utançla yaşayamam” demese dahi, “Bu utançla devam edemem” deyip hiç utanmamasıyla kötü olurum.

        Sansürle, korkuyla, baskıyla, içindeki kırılmışlık, yarılmışlık ve yanılmışlıklarla anılan cennet ülkenin ürkütücü yalnızlığından, sadece iki servet ve despotluk merkezi Suudi-Katar dünyasına adanmışlığından kötü olurum.

        Aynı iktidarla bile, üç beş yıl önce, “demokratikleşme, barış, dünyanın yeni merkezi” gibi sıfatlarla anılmış bir ülkenin, şimdi “otoriterlik, savaş merkezi” diye görülmesiyle kötü olurum.

        “Elbet güzel şeyler de yapmış” bir iktidarın, darbeden paralele, Esad’dan Esed’e, ABD’den AB’ye, Işid’den Daeş’e, barıştan savaşa…

        Hepsi bir yana, daha parti içinde bile bu kadar yanılmasından, yanıltılmasından, yanıltmasından kahrolurum.

        Diğer Yazılar