Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir insanı uğurlarken sorulan “Nasıl bilirdiniz?” sorusuna “iyi” demek zorunda değilsiniz ama bunun alternatifi “sessizlik”tir, değil mi Hocam?

        Oysa bir kısım “muhafazakâr” eleman, ölülere de küfü, hakaret yağdırmayı “kâr” sayıyor.

        Sırf “ötekilerden” olduğu için.

        Tarık Akan’ı uğurlayan bir ülke, onu önce “yıllarca bu ülkenin dokusundan bir sanatçı” olarak uğurlar. Kendi toprağının onca insanını canlandırmış, “göz kapatılmış” nice Türkiye manzarası ve insanını, onların sessizliklerini de dile getirenlerden olduğu için.

        Onun dışında hepimizin ideolojisi, inançları, fikirleri, eylemleri, yanlışları, doğruları vardır…

        Bunların hangisinin “cennetlik” olduğuna kendilerinin karar verebileceğini zannedenler, “ölülerin kötülüklerini sayıp dökenler” belki cehennemin yoluna da kendileri için taş döşüyordur.

        Nereden bileceksin ki Kamil!..

        Sen nereden bileceksin!

        Ya hayırla yad et yahut o kadar karşıysan, başını çevir, sessizliğinle kal orada.

        Bu kadar nefretten sana da cennet çıkmaz çünkü!

        ***

        Bu son cümlede, aklıma şu düştü:

        “Darbe saldırısı” ardından, “muzaffer demokrasi” yerine “muzaffer Ohal” olarak yaptığımız tercihin “kitlesel” taarruzu, şu “at izi, iti izi” olayında genişleyen “av sahası”nda, “şüphenin delil sayılması”nda, “delillerin kalitesi”nde öyle bir noktaya doğru gidiyoruz ki…

        Bir yerde vicdan, akıl, muhakeme, hukuk normlarında mahkemeyle durmazsa; “bu kadar nefretten kimseye cennet çıkmayacağı” gibi, “bu kadar suçlamadan iktidar ve çevresine re masumiyet çıkmaz.”

        Bilmem, yanılıyor muyum?

        Ama zaten bildiğiniz şeyler işte.

        ***

        Misal, “subliminal darbeci” diye Mehmet Altan’ı alıyorsunuz içeri; evinden “delil” diye “Mehmet Barlas’ın kitabı” da alınıyor:

        “Sosyolojik Bir Gerçek Olarak Hocaefendi Sendromu”

        17-25 Aralık’tan 13 yıl önce, 6 Aralık 2000 yılı basımı, 176 sayfa, 3 mm kağıttan, 13 çarpı 21 santim ebatlı!

        “Gittigidiyor.com”da en son 6 TL’den satışa çıkmış bir nüshası ama şimdi yok olmuş; kimi sahaf kitapçısında ise 8 TL’den yüzde 30 indirimle 5,60 TL’ye inen nüsha da kalmamış, kiminde ise 15 TL’ye bir nüsha varmış!

        Bu kitap basılmadan önce, 30 Eylül 2000’den itibaren bir gazetede “tefrika” olarak galiba 20 gün yayınlanmış. Hangi gazete? Yeni Şafak!

        Barlas dizide de “Kim haklı? İlhan Selçuk mu Çetin Altan mı? Bülent Ecevit mi Nuh Mete Yüksel mi?” sorusuna cevap aramış.

        Bilmiyorum artık hangisine hak veriyordur ama yıllara bakın; sorudakilerden bir Yüksel (bir de artık “Hocaefendi Sendromu” değil “Fetö Sendromu”yla kapak olan kişi) hayatta artık. Savcı Yüksel şimdi AA’ya “Bu kadar güçlenebileceklerini ben de tahmin etmedim” diyor.

        Oysa o yazı dizisi ve kitaptan hemen önceki iddianamesinde Yüksel, “Bu yöntem ve yapılanma ile 10 yıl içinde TSK’da söz sahibi olacağı bir konuma gelmeyi planlamaktadır” demiş. Ama şimdi onu konuşturan Anadolu Ajansı herhalde en az 10 yıl böyle bir şey yapmayı aklına bile getirmemiştir.

        Demem o ki, tarihi bir kaos, karışıklık ve at, it, et, süt, dut, kurt, mit, bit, kit, şit izi durumu var.

        Kriteri özenle “darbe örgütlenmesi, finansmanı, darbeye katılım” diye almazsanız, izler sizlere de, at izi ile it izi bir sürü diziye de gidiyor!

        ***

        Misal o dizinin başlangıcındaki tespit bugün artık fazlasıyla geçerli ama Yeni Şafak’taki dizi ile kitabın tezi şu aşağıdaki değilmiş zaten:

        “Yayın organları, okulları, dershaneleri, vakıfları, finans kuruluşları birer belirti (sendrom) şeklinde alınıp Gülen’in devleti ve orduyu ele geçirmek için, gizli ve planlı bir çalışma yapan bir ‘çete lideri’ olduğu ileri sürülüyor” ama, ancak, fakat, lakin…

        En azından okuyan, bulunduran açısından “delil” sayılan kitabın tanıtımı ise bize “beraber yürünen yollar, beraber ıslanılan yağmurlar”dan bugüne vardığımızda, kimin kimden daha suçlu veya daha masum olduğunu bir düşünmemiz için ısrar ediyor:

        “Bu kitap son döneme damga vuran YAPAY gerilimlerin, ‘kavga’ların ve PARANOYAK ilişki biçimlerinin; Türkiye’nin dinamizmini, tarihsel deneyimi ve birikimini, önüne açılan imkânlar ve fırsatları harcamaktan başka bir işe yaramadığını ‘Fethullah Gülen efsanesi’ ekseninde belgeleri ve canlı tanıklar konuşturarak gözler önüne seriyor. Yayınevimiz bu önemli araştırmayı, ülkemizin son dönemde yaşadığı trajikomik durumu tüm yönleriyle daha iyi anlamak ve anlamlandırmak isteyen (,) Gülen’e sempati duyanlar ve herkes için yayınlıyor.”

        ***

        Tarih işte böyle tuhaf ve bazen talihsiz bir şey.

        Bir şeye delil olsun diye bir şey yazıyorsun; gidiyor neye delil oluyor!

        Bırakın düşünen düşünsün, yazan yazsın, konuşan konuşsun.

        Meselemiz dipsiz kuyularda yazanlar değil, dipsiz çukurlar kazanlar!

        Bu kadar cinnetten kimseye cennet çıkmaz!

        Not: Müsaadenizle birkaç gün ara…

        Diğer Yazılar