Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Kafalar karıştı, cepheleştik, ak ile kara, yaş ile kuru, hukuk ile kulluk, keklik ile çulluk birbirine bulaştı ama…

        İşin özü bu:

        Dink suikastını hakkıyla çözün…

        Zirve katliamını hakkıyla çözün…

        Rahip Santoro cinayetini çözün…

        Hatta Hablemitoğlu cinayetini çözün

        Hatta Muhsin Yazıcıoğlu ve gazeteci İsmail Güneş ve yol arkadaşlarının “öldükleri” helikopteri çözün…

        Bu ülkeyi, Ergenekon denenin dibini, saflaşırken vicdan, akıl, hakikat ile hakkaniyeti kaybetmemenin gereğini de anlarız.

        BÖYLE

        Çünkü odur, şudur, budur…

        Suikast, cinayet, katliam hakikidir.

        Çünkü öyledir, böyledir, şöyledir…

        Dink Şişli’de başını kanına koymuş yatmaktadır…

        Malatya’da üç insan gırtlakları kesik uzanmaktadır…

        İŞTE

        Bu davaların orta yerinde cinayet, suikast, katliam, tehdit, kan var.

        O yüzden…

        Kafadan sahip çıkanlar, akıllarıyla bir daha düşünsün.

        Ama kanla, katliamla zerre ilişkisi olmadan, çakallarla aynı torbaya atılan nice insan için de yargı bir daha vicdanla düşünsün.

        Asıl mesele; başta Zirve Katliamı ve Dink Suikastı; bu kan ardındaki örgütlenmeyi tam olarak ortaya koymak.

        Örgüt var da bulamadık kararı; şimdi Zirve İddianamesi ile “Örgütlü” bir güzergâha teslim oluyor.

        Azınlıklar, Aleviler, misyonerler ve başkaları üstüne; “kan kokulu adamlar”ın adımları örgülü, örgütlü biçimde can aldı.

        Hiçbir şey bilmiyorsak; işte ölüler orada!

        KAVŞAK

        Bu cinayet ve katliamlar, birbirine karşıt sanılan nicesinin buluştuğu kavşak.

        Azınlıklara, ötekilere, misyonerlere düşman bir kısım muhafazakârlık ve milliyetçilik ile “sözde laiklik şampiyonu” olup “fanatik” biçimde “misyonerler” ve azınlıklar”ı “temel düşman” sayan bir ulusalcılık; handiyse ırkçı bir cumhuriyetçilik orada sık kesişiyor.

        Bunları çözmek, kriminal ağı kadar; sosyolojik, resmi, kültürel arka planıyla da yüzleşmek demek belki.

        MAHKÛM

        Ben “Zirve Katliamı”nın hali hazırdaki ilk ve tek mahkûmuyum!

        Bir yazıyla da olsa “müdahil” olma hakkım var!

        5 yıl önce, katliamdan kısa süre sonra şöyle yazmıştım:

        Çok sayıda kamu görevlisi fedakârca görev yapıyor. Bazıları da katillerle yarenlik yapıyor.

        İnsanları ensesinden vuran kahpelikle, gırtlak kesen vahşilikle ahbaplığı devlete, millete hizmet zanneden bir faşist kültür, hukuk devletinin en büyük iç düşmanı.

        Sıradan insanların sıradan faşo damarlarını coşturarak, lanet bir toplumsal zehirlenme, kitlesel şiddet ve nefret kültürü yayıyorlar.

        Trabzon’da, Malatya’da veya başka yerde, kimi resmi skişinin böyle pervasız veya taammüden, hatta hücre gibi yürüttüğü ilişkiler, herhalde kol kırılır yen içinde kalır geleneğine güvenildiğinden.

        Ayıpla, utançla, vahşetle övünmenin; millete, milliyete, ırka, ahfada, cedde, halka, topluma, devlete, ahlaka, dine, cumhuriyete, demokrasiye, vicdana nasıl münasip kaçabildiğini sorgulayan bir kültürü baş tacı ve devlet adabı kılmamaktan ötürü!..

        MALUM

        O yazıdaki “kamu görevlileri”; misal Jandarma Alay Komutanı, bir binbaşı, bir astsubay, bir uzman çavuş, bir öğretim üyesi epey sonra tutuklandı; hala tutuklu sanık.

        Bir emekli orgeneral de, şimdi “1 numaralı sanık”; iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi isteniyor.

        Tabii tutuklu veya değil; şu anda hepsi henüz masum!

        Tek suçlu benim; o yazıdan mahkûm oldum!

        Hem de, mahkemede basın özgürlüğüne layık sayıldıktan sonra, ilk temyizde mahkûm edip ikinci turda yazıyı makul ve masum bulan (bazısı aynı kişi olan) Yargıtay üyelerinin, son saniyede karar düzeltmede karar değiştirip yeniden mahkûm etmeleriyle!

        Karışık, oynak ama öyle!

        Ankara’da kaybettiğim o adaleti AİHM’de aramak üzereyim.

        Ama Türkiye’nin aradığı ciddi bir hakikat, “Zirve”de gizli.

        Kucak futbolu!

        Avrupa finallerinde ilk dört maçın ana fikri sanki şöyle:

        Kucak tuzak!

        Kim, ben daha tekniğim, rakibimin belini kırarım, ilk dakikalarda bastırır golümü atarım diye coşmuşsa…

        Dört dörtlük, yani sekiz kişilik, bir kucak gibi açılan savunmanın içinde kayboluyor.

        Yunanistan kucağın sol kanadını kapatamadan o kucağı bir tek Polonya kendi sağından delik deşik etti maç başlarında; sonra o da kucakta eridi.

        Danimarka “kucak futbolu”nun en komplekssizini, en kabasını ama en alasını oynadı.

        Almanya daha mağrurunu belki.

        Sanki direkler de kucağın bir parçası olmuştu.

        Çekler kucağa düşüp debelenenlerin en çaresiziydi.

        Ama tümünde de, galipler ve beraberlik koparan Yunanistan, “önce savunmada” idi.

        Sonraki maçlar nasıl olur, bilmiyorum elbet.

        Belki de genelleme yapmamalı.

        Ama anlaşılan şu:

        Tıp tıp çok paslı, topla oynamadaki dakikalık üstünlüğünü skora da çeviren futbolu sadece Barcelona iyi oynayabiliyor.

        Ki belki onda da bir sona gelindi.

        Barcelona’nın teknik ekolü Hollanda çok yetersiz ve aciz kaldı mesela.

        Bu aynı zamanda şu demek:

        Asla “İtalyan duvarı” olmayan sağlam savunma futbolunun parlaması.

        Küçük takımların büyük şansı.

        Kolektif koyu mücadelenin; yine yıldızın, cakanın, cukkanın önüne geçebilme ihtimali.

        Hem kötü, hem çok iyi!

        Diğer Yazılar