Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Orası sadece ilk mektebim değil, babamı kaybettikten üç, beş ay sonra, 6 yaşımda sığındığım yuvamdı.

        Biz küçücük çocuklar, bizden öncekiler de tabii, ona iyi baktık.

        Yakmadık en azından!

        Üstelik kalorifer, doğalgaz vesaire icat edilmemişti orada…

        Kocaman kocaman sobalar, büyük salonları, kalabalık yatakhaneleri ısıtmaya çabalardı.

        Bir kısmı gece gündüz okulda kalan öğretmenler, kıdemli, emektar çalışanlar ve biz “yatılılar” gözbebeğimiz gibi bakardık.

        Bakamadılar demek ki!

        Haberlerde genç sunucular Galatasaray Üniversitesi’ni anlatırken, “1871’de yapılan…” diye başlayıp “Kız öğrencilerin binasıydı, sonra ilkokul oldu” diye anlatıyor.

        Yok güzel kardeşim…

        İyi bir şey diye söylemiyorum ama o vakit kız öğrenci yoktu…

        Ve üniversite de henüz icat edilmemişti!

        Orası zaten ilk mektepti…

        Biz 1963’te girenler o ilk mektebin son mezunlarıydık; 100’üncü yılda ilk mektebi kapatanlardık.

        5’e geldiğimizde arkamızda “çalışkan ikiler” filan kalmamıştı.

        Kimi öğretmenimiz tam da o okulun önünde can vermişti…

        Onlardan da hemen kimse bu yangına kalmamıştı.

        Alev alev olan binada, hayata dair ilk alevlerimizi almış, ama ona yuvamız, anamız, babamız, hatta bebeğimiz gibi bakmıştık.

        Hasta da oldum, refakatçi de, nöbetçi de oldum o binada…

        Kantinde de çalıştım…

        Hentbol sahasında deli gibi futbol oynadım.

        Sadece ilk okumayı değil, Necdet Bey gibi “hocalar” sayesinde “başka türlü okumayı” da orada öğrendik. Yazabiliyorsak, yazmayı da.

        Varlıklı olanlar ile yoksul olanlar, ortada kalanlar, leyli meccaniler; sadece geceleri gündüzleri değil, kışımızı, aşımızı, düşümüzü paylaşmayı da orada öğrendik.

        ***

        Kurumlar, insanlar bazen bir gecede iki yüzünü anlatan iki çarpıcı olayı birden yaşarlar.

        Bazen umursamaz bazen şaşarlar.

        Galatasaray camiası” dünü “Sneijdermanya” ile geçirirken, sadece yarım yıl parasıyla bonservis için 10 milyon dolar verilerek “büyük kulüp” olmanın keyfi çıkarılırken…

        Bizim “Feda”nın lugatı ile, kulübün doğum yerlerinden bir bina da, belki de minicik bedeller yüzünden yalnız kalmış, “aslan gibi” mücadele ediyordu kalleş alevlerle.

        Sneijder “yabancı” olabilir ama biz bu hareketlere pek yabancı değiliz…

        Bir vakit “Çıra”ğan’ı, daha yeni Haydarpaşa Garı’nı, Milli Eğitim binasını yaktık İstanbul’da; Galatasaray Üniversitesi’nin az ötesinde Gaziosmanpaşa mektebini de yakmış, otoparkla işgal edip keyfimize bakmıştık.

        Gece karanlığına aleviyle, külüyle karışan, bir üniversiteydi ama ilk mektepten miras almıştı o binayı.

        Kusura bakmayın arkadaşlar; büyüdünüz ama koruyamadınız galiba.

        Sonradan yeniden açılan ilk mektebi üvey evlat görüp sürdünüz; hatta öğretim kadrosu Boğaz’a bakıversin diye, üniversite öğrencilerini de yolun öte yanına, SİT alanına ittiniz ama demek ki, Boğaz’a bakarken ona iyi bakamadınız.

        Salonlar yaptırdı diye, medya patronu adını koydunuz sağa sola, ama elinizdeki esas mirası pek koruyamadınız.

        Yine de ne büyük teselli ki…

        Kendisini koruyamayanları bile korudu tarihi bina.

        Kimsenin canını yakmadı; kimseyi dumana, aleve boğmadı.

        Kendi ateşiyle kavruldu…

        Kendi tarihiyle direndi.

        ***

        Oradan kimler gelip kimler geçtiydi…

        Hepsi birer çocukken, ister ilk mektepte ister “yetiştirici”de, kıyıdan vapurlara seslenmiştir, “Kaptaaan, düdük” diye.

        Demek ki artık hep “İtfaiyeee, siren” diye bağırma zamanı.

        Herkese geçmiş olsun.

        Küllerinden yeniden doğsun.

        Gülden bir tarih olmuştu, tarihten bu kül oldu…

        Sen yakmasan ben yakmasam… Nasıl çıkar oteller, AVM’ler, plazalar, şantiyeler, rantiyeler meydana, denmezse…

        Belki bu külden yine bir gül olur.

        Sen de kafana takma Sneijder…

        Biz hem yakarız, hem yanarız, hem oynarız!

        Üç puanlı sistemde her şey olabilir.

        Küllere bile sıkı sıkı sarılmak lazım cancağzım!

        Not: “Sneijder ne alaka” diyen “GS’liler” okuduğunu anlamamış olabilir de, görüntüye bakarlarsa, onu 10 milyon dolara getiren GS Başkanı’nın da “yangın yeri”ne koşup “Onarımı için elimizden geleni yaparız” dediğini duyacak. Galatasaray Kulübü ile Galatasaray okulu, ne alaka ama! Sanırsın ki okul kulüpte kurulmuş. Şimdi sen, “Gül de ne ki” diye sorarsın. Okulun adı kulüple aynı diye yangına sevinene, sırıtana ise zaten gülün de külün de bir diyeceği olmaz!

        Akıl tutulması, vicdan koması!

        Demek ki Savunma hakkı sadece Patriotların!

        Hoş, onu protesto edenler de “vatansever” kolluk güçlerinin saldırısına uğruyor ya!

        Kimi polisin karakolda, kimi jandarmanın cezaevinde öldürdüklerinin hakkını…

        Kovulan işçilerin, yerinden sökülen köylülerin hukukunu bilmek, bir torbaya atılıp “terör zanlısı” yapabiliyor kolayca.

        Daha AKP yokken Çağdaş Hukukçular Derneği vardı.

        O vakit, Ökkeşgiller’in, camide “hafif hasar verici bomba” teslim alıp kendi arkadaşlarının, kardeşlerinin, ülküdaşlarının gittiği sinemada dahi patlatarak “Maraş katliamı”nın pimini çektikleri yıllar. ( Vatan’da Deniz Güçer’in haberi).

        Güneş ne zaman doğacak” isimli filmden katliama koşturan keşgiller sayesinde, Türkiye’nin sağına da soluna güneşin pek doğmayacağının kesinleştirildiği 12 Eylül’ün, Gladio, kontrgerillanın öninfaz, özel harp vakitleri.

        ***

        Şimdi “Bir CHP’linin öldürülmesi için de talimat vermiş bir kadın avukat”tan söz ediliyor.

        Öyle mi?

        Peki bu kesin mi?

        Elbet değil.

        Bu ülkede hangi iddia kesin olabilir ki!

        Ama hukukta zaten nasıl olabilir ki!

        Lakin gazetecilik etiği dersleri verenler bu nevi polis iddialarını kesin “haber” veriyor. “Bir kısım polis” hükmünü hukukmuş gibi haber veriyor.

        En demokrat geçinenler, bir gazeteyi yaratmış eski yöneticileri bile selamlamadan işe başlayanlar dahil.

        ***

        Dün kara bir notta düştüğüm, düşündüğüm ve son satırda bu yazının başlığıyla andığım Avukat Efkan Bolaç serbest bırakıldı; diğerleri tutuklandı; sonra onun için de yeniden “yakalama” çıkartıldı.

        Cumhurbaşkanı, Başbakan, hadi İdris Naim Şahin Bey neyse de, “Adalet” Bakanı Ergin ve Empatiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı Arınç bu avukatların savundukları insanlara, savundukları haklara, savundukları mağdurlara bir baksınlar.

        Elbet orada kendilerinin hoşlanmadığı HES mağdurları, pankartçı öğrenciler, polis şiddetine maruz kalmışken hak arayanlar da var…

        Ama bir baksınlar.

        Terör”den esasında (Gazeteci İsmail Saymaz’a göre) “sorguda sorulmamış ajanlık, kripto” suçlamalarına kadar, bir kısım medyanın “kesinmiş gibi” üzerlerine atıp giydirdiği suçlamaların ötesinde, bu avukatların esas suçunun; rejimin, devletin, idarenin, servet ve kudret sahiplerinin sıradan insanlara karşı suçlarını kovalamak olduğunu görecekler.

        Şimdiye kadar görmemişlerse ve bu işler zaten onlar tam da öyle gördüğü için böyle olmamışsa!

        Ya da biz körüz.

        Mağdurlara el uzatan herkesin “terörist” olduğunu göremiyoruz!

        ***

        Kimi avukatın Suriye ziyaretinden, kiminin de ki Suriyeli muhaliflere muhalif olmasından casusluk çıkaranlar, Suriye rejimiyle en kanka olanın, sınırları açanın, elele kolkola “resim çekinenler”in önceden kimler olduğunu unutuyor galiba!

        De ki, onlar hala orada kaldı!

        ***

        Başbakan, kendi yönetimindeki MİT’i yargıda avlama arzularına karşı kanun değiştirtecek kadar “devlet hukuku”na hakim.

        Bu ülkede her insanın, her vatandaşın, her memurun, işçinin, köylünün, emeklinin; her avukatın öyle bir şansı yok.

        Pek kimse kendisi, ekibi veya yakınları için öyle kanunlar çıkaramaz.

        Devlet hukukuna değil, ancak, mümkünse bir hukuk devletine sığınabilir. Harbiden Adalet Sarayı ister; harp eden Saray Adaleti değil!

        Eldeki kanunlar ve garip bir kulluk gücü gibi harekât eden kolluk gücü; evrensel hukuka, Türkiye’yi bağlayan Avrupa insan hakları çerçevesine uymayacaksa…

        Yaşama ve savunma haklarına kelepçe vurulup yargısız veya yargılı, ama ille önyargılı infazlarla intikam alınacak, gözdağı, gazdağı verilecekse…

        Hukukçular, savundukları davalarla ve sanıklarla suçlanacaksa…

        12 Eylül size mi mirastır!

        O vakitler…

        O eski vakitler, üniversitede öğrenciyken gecemi gündüze kattığım Demiryolu Sendikası’nda, okuma yazma bilmeyen yol işçisinden tahsilli cer atölyesi tulumlusuna kadar, kapı kapı kitap dolaştırdığımız, işçi tiyatrosu kurduğumuz, sıkı toplu sözleşme hazırladığımız ve müthiş seri eğitimler yaptığımız yıllar. “Hocalar”dan biri de Toktamış Ateş’ti. (Burhan Şenatalar, Cengiz Arın, Murat Belge ve çok sayıda başkalarıyla birlikte)

        Benim oradan Hocam kaldı hep.

        Sonra dünyanız ayrılır, köşeniz bucağınız ayrılır ama o vakitler ve o seda hep baki kalır işte!

        O vakitler Sadun Tanju da gazeteci ağabeydi. Kendi ölümünü de bugünlere yazdı.

        Hepsini saygıyla anarak.

        Diğer Yazılar