Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Adil Cengiz, “adalet”i kendinden menkul ülkede, 47 yaşında, kamuda işçiydi.

        “Büyüyen ekonomi”nin borç, kredi, faiz sarmalında ufalanmak zorunda kalanlardan.

        Banka sıkıştırdı, sıkıştırdı, nihayet evindeyken de telefonla arayarak onun yüzüne yüzüne vurdu.

        Adil Cengiz, o telefondan sonra, evinde, boyun eğdiği düzenin huzurunda, ipi boynuna doladı…

        Bıraktığı miras, “Kimse sorumlu değildir” diye bir nevi bankanın “sorumsuzluğunu” tescil etmiş mektup oldu.

        ***

        Adil Cengiz üç kuruşun faizi olarak hayatını verirken…

        Ali Cengiz her kuruşu emmek için hayatı dişliyordu.

        Ali Cengiz’in oyunlarını ise hep izlediniz ama dün yeni bir sahnesine şahit oldunuz.

        Bir “Ali”, bir sürü “Veli”!

        Muhtemelen biri Ali al sana, top diyor; Veli tut topi, işte toki diyor.

        Veliler oğulların elinden tutuyor; onlar Alilerin evinden tutuyor.

        Herkes tuttuğunu tutuyor!

        Böyle bir emme basma tulumba sistem öncelikle siyasiyse, tabii ki üstüne gidersen de gitmezsen de siyasi olur.

        Zamanlaması da siyasi olur, Zamanı da, sakla samanı da!

        Bir tarafta Ağanın oğlu Aliler, bir tarafta Velilerin oğlu yere bakan yürek yakanlar…

        İşler yürürken siyasi olması sorun olmaz da, biri çomak sokarken siyasi olması mesele olur!

        Tabii ki “masumiyet karinesi” var.

        Bir de şöyle bir söz var mı:

        Karinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!

        ***

        Önce şunu sormak lazım muhafazakâr ahaliye ve nasıl sevineceğini, ne diyeceğini de şaşırmış cumhuriyetçi mahfillere:

        1. Zekeriya Öz ve ekip, Ergenekon filan giderken inanıyordunuz da, neden şimdi inanmıyorsunuz? Yahut şimdi inanmıyorsunuz da, neden o vakit inandınız?

        2. Zekeriya Öz ve ekip, Ergenekon filan giderken inanmadınız da neden şimdi inanıyorsunuz? Yahut şimdi inanıyorsunuz da o vakit neden inanmadınız?

        Çünkü bu kadar olur; bir grup savcı bu kadar turnusol kağıdı haline gelir.

        O yüzden bir eveleme geveleme. Cumhuriyetçi bir meslektaş hem “yolsuzluk operasyonu”nu övüyor, sonra Öz’ün adı söylenince, “Zaten o savcının ne olduğunu da biliyoruz” filan diyor.

        Herkeste böyle zihin açıklığı yani!

        ***

        Şimdi şöyle soru-cevap yapalım:

        1. Hükümete karşı bir siyasi operasyon mudur? Bence öyle. Ama bu, ortada yolsuzluk, usulsüzlük yok manasına gelmez. Uzan Operasyonu da, Doğan Grubu’na diz çöktürüş de, TMSF eliyle medya temerküzü de öyleydi. Zamanlaması siyasi, malzemesi elverişliydi. Masaları da böyle topluyorlar, apartları da öyle kapatıyorlar. Siyasi ama meşru!

        2. Kirli midir? Elbette. Türkiye’de yargı, polis, belge, bilgi, ihbar, fişleme, izleme, bantlama, montajlama, düzme, düzmece, hakikati yontmaca ameliyesi içinde gerçeklikler ile onların manipülasyonunu aynı anda barındırır. Hem konusu itibariyle, hem yöntemi, hem tehdit-şantaj-ittifak-nifak zamanlamalarıyla kirlidir. Fakat muhatapları da temiz olduğu için değil. Yani Ergenekon mergenekon, bu ülkede kirli, kanlı, irinli yapıların varlığı, kimi şahsın oralardaki dahli ne kadar gerçekse; operasyonların hem hakikat parçalarını hem operatif kirliliği içermesi de o kadar gerçektir.

        O yüzden bu işler biraz “iki kirli yaka”nın yahut paçanın birbirine sürtülerek sözde temizlenmesine benzer!

        ***

        Başbakan diyor ki, “Arkalarına karanlık gücü, sermaye odaklarını alanlar bu ülkeye istikamet çizemez, Türkiye’nin yerini değiştiremezler.”

        Şimdi doğrusu şu: Evet öyle. Ortada muhtemelen dış kaynaklı düğmeler, ivmeler de var. Bir ittifak kuruluyor. Kartlar yeniden dağıtılıyor. Ulusalcı CHP ile Muhafazakâr Cemaat’ten, büyük sermaye ve eski merkez medya soslu bir cephe imal ediliyor filan. (Bu “ulusalcı-cumhuriyetçi-laik” refleks de ayrıca takdire şayan!)

        İşin içine istersen ABD’li neo-con’u, İsrail’i de kat falan.

        İran meselesini, parasını, altınını, gazını, bezini de koy. Hepsi tamam.

        İyi de, “arkalarına alanlar” düne kadar yıllardır sizin de arkanızdaydı. “Ne istediniz de vermedik” diyen sizsiniz.

        Ayrıca “ne istediler ve ne verdiğinizi” de hiç söylemediniz ama millete açıklamakla da mükellefsiniz.

        Bu “karanlık güçler” meselesi doğru olsa da, ki bence doğruluk payı çok, bu yüzden “maaile karanlıkta mal götürmek” mubah mı olacak?

        Yahu günah bile olmayacak mı!

        Yani operasyoncu eğri olsa da, çoluk çocuk “siyasi sermayedarlık”ın neresi doğru?

        Velev ki suç bulunmasın, iş bulansın; ne işleri var babaların nüfuz sahalarında kuzu çevirmekte?

        Milletin çocuğuna atıp tutan bakan babaların ne işi var bu han-ı iştihada?

        Bunun neresi muhafazakâr ahlak!

        Bunun neresi ahlak!

        Oğlu yolsuzluktan alındığında saatlerce tek kelime edemeden, millete bir şey diyemeden, bakanlık koltuğunu muhafazaya devam etmek nasıl bir muhafazakârlık!

        Millet sandıkta sandalye, masa verdi; aile boyu kasa değil!

        ***

        “Muhafazakâr ahlak” deyince, herhalde onca mütedeyyin, inançlı, muhafazakâr insanın anladığı böyle kirli, lekeli bir şey değildi.

        Ve maalesef nicesinin imanı ise sadece bu harislikler, fesat, fitne oldu:

        Katakulliler, kolpalar, Bizans oyunları, tuzaklar, Brütüslükler, sinsilikler, fişlemeler, dişlemeler; ve ille de ak akça, ille daha fazlası, ille dünya malı, ille dünyalar kadar mal, mülk; hep güç, hep kudret, hep ego, hep frigo!

        Hep Selamın Tahakküm!

        Millete ahlak vaaz ederken, bin bir dolap…

        Millete öteki dünyada hesaptan bahsederken, bu dünyanın hesabına kitabına geçirilmiş tırnaklar, yapışmış dişler, karşılıklı düzülmüş fişler.

        Bir Teşkilat-ı Şahsa Mahsusa cinliği; bir komisyon komitacılığı.

        “Demokrasi tramvayı”nı geçtik; safi “İhtiras Tramvayı”!

        ***

        Bakanlara, bürokratlara bakıyorsun; yok Gezi “çocukları” için buyurmuşlar, yok annelerini çağırmışlar, yok polis marifetiyle can veren, kör olan çocuklara küstahça, kibirle laf yetiştirmişler.

        “Kahraman polis destan yazdı” diye bağırmışlar.

        Al sana kahraman polis!

        Al sana destan!

        Al sana çocuk!

        Al sana kibir!

        Elbette hiçbir evlat o duruma düşmesin ama…

        Bir evladın 14 yaşında Berkin olsaydı da, endişen, korkun onun duru yaşamı olsaydı, diyeceğim neredeyse!

        Bir evladın Ali İsmail olsaydı da, telaşın, gözyaşın, üzüntün, matemin onurlu kalsaydı, diyesim gelecek handiyse!

        13 yaşında kızları tecavüzde “Rıza”yla dağla…

        13 yaşında çocukları slogan attı diye “Terör”le bağla…

        13 yaşındaki çocukların kemikleri çıksın asit kuyularından…

        Sonra gel Ali’nin Velisi, Veli’nin Ali’si ol!

        İki haftada 7 askerin şakağına silahı, çenesine tüfeği dayayan işçi Adil Cengiz’in boynuna ipi uzatan düzenin Ali Cengiz’i ol…

        Sonra sen muhafazakâr ol, sen ahlaklı ol, 13 yaşında bir çocuktan da temiz ve masum say kendini, sülaleni!

        ***

        Bir de “gazeteciler” var.

        Sansürcüler ile üfürükçüler.

        Borazanlar ile borular.

        Düdükler ile zübükler.

        Kâtipler ile tek tipler.

        Vesayet altındakiler ile esaret altındakiler.

        İki yakanın kirine yapışmış tozlar.

        Hakan Şükür’ün kafası…

        “Santrafor Hakan”ın sahadaki ve futbol tarihindeki yeri hakikaten önemli.

        Dalga geçenler, kimi Galatasaraylı da dahil, haksızlık, riyakârlık eder.

        “Spor yorumculuğu”nda da, onca “tele-şovcu” yanında, iç gerilimleri yüzüne ve diline vursa da, daha efendi, bilgili ve hakkaniyetli.

        ***

        Lakin futbol hayat olsa da, hayat ondan ibaret değil.

        Hakan Şükür, nasıl santrafor olarak, “kenarlardan” ortalara, ara paslarına, verkaç ve duvarlara, ofsaytta kalmamaya muhtaç olmuşsa…

        Nasıl taktik-teknik disipline, teknik direktör talimatlarına göre yer tutmuş, pres yapmış, sırtı dönük, pivot oynamışsa…

        Milletvekilliği de belli ki, pasa, ortaya, taktiğe mahkûm; talimli, talimatlı!

        Yani asla bir Eric Cantona değil.

        12 Eylül’e tavır alabilmiş gönül adamı Metin Oktay hiç değil; otoritelere tavrını kariyeriyle, hayatıyla ödemiş mücadele adamı Metin Kurt asla değil!

        ***

        “Harika yazılmış” çok ayrıntılı metinle istifası kadar, o metnin ve tavrın eline, diline tutuşturulmuş olma ihtimali de çarpıcı.

        Başbakan “otoritesi”ni bunca zaman, itirazsız, hatta sık sık “doğrusunu büyüklerimiz bilir” diye kabullenmiş…

        Bırak sokaktaki nice insanı; tribünlerin dahi suçlu, kriminal, terörist ilan edilmesine ses çıkarmamış…

        Şimdi “otorite”ye tavır alıyor!

        Ve hangi pozisyonda?

        Bir başka “otorite” talimatıyla; onu “tanımış ve sevmiş olmayı” ön plana koyarak.

        “Milletin vekili olarak” diyor ama ona oy vermiş sayılan “millet” ne bilsin, Şükür’e ne için, kimin için oy verdiğini!

        “Millet” mi istedi istifasını?

        ***

        Böylece, “kitlelerin tanıdığı, sevdiği, onurlandırdığı” şöhretli futbolcunun dahi, bağımsız iradesi ve kafası bir yana; kota ve kontenjandan, “kiralık oyuncu” gibi, başka bir yapı temsilcisi olarak partiye ödünç verildiğini görüyoruz.

        Kendi iradesi ve millet iradesi dışında, “Başbakan iradesi”nin onu “Gülen iradesi”nden ödünç aldığını.

        Başbakan’ın “ne istediler de vermedik” diye belirttiği “muhafazakâr AVM”nin bir köşesinde demek “Sporcu mağazası” da var.

        Ama “eleman” bundan asla rahatsız olmamış.

        Şimdi de, bir yanında Erdoğan, diğer yanında Gülen’li “ nikâh bitince” topu eline alıp ceza sahasında partinin topuna vuruyor; sonra da çekip gidiyor.

        “Dershane meselesinde ısrardan rahatsız” olmuş, ama bırak o konuda daha önce topa girmesini; bugüne kadar hiçbir meselede rahatsızlığını duymadık.

        İnsanlar öldürülürken, uzun tutukluluğa maruz kalırken, intiharlara sürüklenirken mesela.

        “Bunca önemli problem varken” diyor ama bugüne kadar belli ki “bir problemi” olmamış; Maraton’da ofsayt mı değimli diye tereddüt dışında.

        “Bulunduğu ortamda dershanelerin KCK yapılanmasına benzetilmesi” vicdanını derinden yaralamış ama iki yılı aşkındır tutuklu insanların, daha uzun tutukluların durumu hiç ilgilendirmemiş.

        “Fişlenenler, devlet dairelerinde tasfiye edilenler, baskıya maruz kalanlar bu milletin evlatlarıdır” diyor ama sadece “milletin bazı evlatları”nı kastediyor; yoksa onca zaman ne iktidar baskısıyla işinden olan gazeteciler, baskı gören memurlar, intihara itilen askerler umurunda olmuş.

        Kendisi “medya şöhretliği” yaparken, medyada olan bitenler vicdanına dokunmamış.

        “Hareket gönüllüsü” olmuş ama gönlü ve kalesi milletvekilliği döneminde başkalarının yaşadığı onca acıya kapalı kalmış.

        ***

        Fakat yiğidi öldür, hakkını yeme!

        Metin, kendi yazdıysa da başkası toparladıysa da, baştan sona “vefa” beyannamesi.

        Kendi içinde, aidiyeti, adanmışlığı ayrıntılarıyla çok tutarlı.

        Över gibi yapıp küçümseyen M. Ali Şahin’in “Şükür’ün olayı, emrettiler partiye geldim, emrettiler gittim” deyişi, sanki hepsinin bağımsız iradesi varmış gibi abes!

        “Genel başkanın talimatlarına göre hareket ederseniz siyasette başarılı olursunuz, gönül bağınız olan yerlerle irtibatla değil” diyen Şahin’in formülü sanki otoriteden çok bağımsız, acayip özgür bir duruş.

        Sanki topa hep gönlünce vurmuş.

        Kendileri başka partiden seçilmiş mebusu alırken mubah, beriki partiden gidince günah sayan Başbakan’ınki de ne yaman çelişki.

        Markus Merk’e sorsan o da normal, bu da; o da mağdur, bu da!

        Diğer Yazılar