Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu bir “Kurultay” yazısı değil.

        O yüzden sandığın öncesine düşmedi.

        Bu birazcık, “Neden sol değil” yazısı.

        ***

        Çünkü 6 ok, birbirine saplanıyor önce.

        Yahut en iyi ihtimalde, her biri bir başka yöne gidiyor.

        Paralel bile değil yani!

        Tarifinde “elitist-popülizm” var.

        İstiklal Savaşı’nın destek aldığı “Sovyet devrimi”nden ziyade, hatta en çok ondan çekinerek, hemen onun ardına dizilmiş “karşı devrimler”den, faşizmin yükselişinden de etkilenmiş bir yol çünkü.

        Hem “nasyonalist” hem “popülist”!

        Fakat tarihi geçelim.

        Neden 12 Mart sonrasında, “o günkü” Ecevit “her günkü” İsmet İnönü’yü hem de sandıkta yenebildi ve CHP’nin tarihinde ilk ve tek kez “sol” rüzgar esti; en azından 1978’e kadar?

        (Belki 1974 Kıbrıs’a kadar, demeliyiz… Ama 1977-78 patlaması ve sonra infilakı de var)

        Elbette dış konjonktürde de o rüzgarlar, dünyadaki bağımsızlık savaşlarından ve 1968’den beri yine başka türlü esiyordu; içeride de “CHP’nin de solu, solları” bile hatırı sayılır noktadaydı.

        Fakat lafta ve afaki de olsa “Toprak işleyenin, su kullananın”dan “Halklar”a kadar, CHP gövdesinin alışık olmadığı “açılımlar” ortaya çıktı o dönemde.

        CHP çalışanlara, işçilere, köylülere, dışlananlara yakın olmaya çalıştı.

        O kadar ki, “gövde”nin “mürteci” sayageldiği Erbakan ve partisi ile koalisyon da dahil.

        Katliamla dümdüz edildiği sanılan 1 Mayıs 1977 Taksim Meydanı’nda, kısa süre sonra, suikast tehditlerine rağmen, bu kez CHP mitinginde yüz binleri toplamacasına.

        ***

        Fakat “Türkiye’nin kurucu babası” ya…

        Ne milletin hamisi ordudan, ne sıvasız hanelerin efendisi sermayeden kopabildi.

        Sonraki macerasında, 12 Eylül ardından bir Halkçı Parti popülizmi, biraz da SODEP’in hafif sosyal-demokrat rüzgarı dışında, CHP sürekli “İş Bankası’nın, Paşabahçe’nin ortağı” ve Genelkurmay’ın fahri paşasıydı!

        Sıradan sayılan, çalışan, koşturan, horlanan gazeteciler yerine medya patronlarıyla ve aristokrasisiyle…

        Ezilen askerler yerine paşalarla…

        İşçiler yerine “laik” sermaye ile…

        Varoşlar yerine hali vakti yerinde mahallelerle…

        Diyarbakır’ın, Ağrı’nın, Hakkari’nin acısı, kanı, sıcağı yerine…

        İzmir’in, İstanbul’un esasen ciddi kısmı sağcı, ulusalcı, seçkinci, klimalı mahalleriyle.

        Sonuçta AKP karşısında “lokal savunma hattı” olmaktan öte, bir “Türkiye partisi” olma vasfını çoktan kaybetmiş, adalara ve modalara sıkışmış bir parti.

        ***

        O vakit ne oluyor Hocam?

        Sen paşacı oluyorsun, ordunun yüzde 80 ezileninin çoğu AKP’ye oy veriyor…

        Sen patroncu oluyorsun, ezilen işçiler kendine benzeyenleri AKP’de buluyor…

        Sen çok şehirli oluyorsun, köylü, ağası da olsa, yanındakini görüyor…

        Sen kendini hala merkez sanıyorsun, çevre merkezi çoktan yutuyor…

        Sen “Cumhuriyeti biz kurduk” diyorsun, cumhuriyet tarihinin ne kadar dışlanmışı varsa, Alevilerin daimi tereddüdü ve mecburen desteği dışında, kendini “dışlanmışlık” üzerinden siyaset yapan öteki partide buluyor…

        Sen “Kırmızı çizgi” diyorsun; o çizgiyi Kürt illerinde yok olarak kendin siliyor, kendi ruhunda Türkiye’nin tamamını çoktan yitiriyorsun.

        Birlik,beraberlik dediğinde, bir bakmışsın sen orada yoksun!

        ***

        Bilmiyorum, açıkça söylemem gerekir mi; ben “reel siyaset”ten, oyunlarından, sandığı sözde kutsayıp iktidarda ve muhalefette bin çeşit tezgah ve cambazlıklardan; kimi gazetecinin çok bilmiş Ankara ve siyaset fetvacılıklarından pek hoşlanmam da, çok anlamak istemem de.

        Bu yazı o yüzden, kurultay sabahı yazıldı, yayını seçim sonrasına geldi.

        Özetleyeyim:

        “Sosyal demokrat” olma iddiasındaki bir partinin altı oku olmaz…

        İlle ok atacaksan…

        Bir oku sosyaldir, bir oku demokrasi!

        Sosyal demek, öyle sosyal medya sosyalleşmesi gibisinden değil, bildiğin sınıfsal bir şeydir.

        İnadına, sınıfsal şeylere de dairdir.

        Avrupa sosyalist ve sosyal demokrat partilerinin de, sermayeye yapışarak çoktandır yitirdikleri ve işçileri de, işçiyi işçiye düşman eden “faşizan” partilere dahi kaptırdıkları bir sürece de inat.

        “Devrimcilik” de öyle kabristan ziyaretiyle pek yeterli olmaz sanırım!

        ***

        “Demokrat”a gelince; zaten adı üstünde.

        Ya harbiden olursun, ya bir ok olamazsın!

        Çünkü…

        Okun çok ama…

        Atacak yayın yok!

        Not: Yukarıda söylediğim üzre, bu yazıyı Kurultay sabahı yazdım; yayını da elbet sonrasına kaldı.

        İlginç bir nokta, Kılıçdaroğlu’nun da “rakılı elitizm”den şikayet etmesiydi.

        Eskiden “viskili” idi bu şikayetler.

        Kurultay’da İnce’nin aldığı pek de ince olmayan oy, Genel Başkan’ın hakimiyetine rağmen, ciddi rakam. Ve aynı zamanda gösteriyor ki, ne dersen de, CHP hakikaten 6 okludur! Yani delege ve seçmen temelinde, “sol olmayan sollar” ile zaten öyle bir derdi bile olmayan yollar boldur.

        O yüzden de… Okların bir kısmından sıyrılıp hedefe yönelmiş bir ok olması da zordur!

        Bu kadar çok ok olunca da…

        Önce birbirine saplanıyor…

        Öyle olmuyor işte!

        Bir de unutmadan; tabii öyleydi şöyleydi de, anamuhalefet partisi sonuçta bir kongre yaptı; Genel Başkan’ın karşısında bir aday vardı.

        AKP’ninki çok daha başarılı geçti; çünkü aday, delege imzasıyla değil, seçilmiş cumhurbaşkanı tayiniyle, halef olarak tayin edilmişti tek aday.

        Kime oy atsak diye kafa yormaya bile gerek kalmadı!

        Diğer Yazılar