Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Dünya Diğer Gabriel Garcia Marquez'in rotasından üç ülke kolombiya küba ve meksika, selçuk tepeli kolombiya küba meksika gezisi

        Selçuk TEPELİ / HT PAZAR

        Kolombiya’da doğmuş, Küba’yı sevmiş, Meksika’da yaşayıp ölmüş yazar Gabriel Garcia Marquez’in cenazesi için, geçen baharda başkent Meksiko’da olmak isterdim; biraz geciktim. Binlerce insanın katıldığı bir törenle son yolculuğuna uğurlanan ünlü yazar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretleri vesilesiyle gittiğim Kolombiya, Küba ve Meksika’yı birbirine bağlayan en önemli hikâye belki de. Bu üç ülke için “Marquez rotası” da denebilir. Peki Marquez’in kendi hayatındaki en etkileyici rota nereden nereyeydi? Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabında kendi söylediğine göre, Kolombiya’nın Barranquilla kentinden doğduğu Aracataca kasabasına... İşte 3 ülke 3 hikâye...

        Birinci ülke: Kolombiya

        Bazı ülkeler, yerleşik algı nedeniyle olduklarından epey farklı hayal edilirler. Kolombiya bu tür ülkelerden. İstanbul’dan uçakla 14 saat kadar uzakta, o yüzden detaylarının fark edilmesi zor olabiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyareti vesilesiyle tanıştığım gezideki ilk durak Kolombiya; yüzölçümü Türkiye’den büyük, Kuzey ve Güney Amerika’nın orta yerinde cennet gibi, dağlık, ormanlık bir ülke. Son yıllarda uyuşturucu ve mafya ile mücadeleye giriştiklerinden beri, dünyanın en umut vaat eden ekonomilerinden biri olarak kabul ediliyor. Onların PKK’sı FARC ile meselelerini halletmede epey yol almışlar. Ama şimdi bunları bir kenara bırakalım. Bu bilgileri arayan, sayfanın tasarımcı tarafından takdir edilecek bir kenarında, küçük bir kutuda istediğini bulacaktır. Vikipedi’de bulunmayacak şeyler içinse çok az vaktim vardı; koskoca 1 gün...

        Neyse ki başkent Bogota’nın sert mizaçlı ama sempatik insanlarının 2600 rakımlı şehrin havasıyla pek benzeştiğini anlamam sadece yarım günümü aldı. Sabahın sert güneşini, öğleden sonraya güvenerek miskinlikle israf etmiştim. Meğer bir öğleden sonra yokmuş! Önce sırtını Bogota gibi yüksek dağlara dayayan bulutlar o sert güneşi yumuşatıp gökyüzünü kapladı, sonra da bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Kendimi bir binanın kuruluğuna attığımda, yağmurun akşamın karanlığı çökene dek dinmeyeceğini nereden bilebilirdim? Yağmurun başımı çıkaracak kadar hafifleyeceği bir ânı beklerken bir saate yakın zaman geçiverdi. Ama şehrin yerlileri de o bina kovuklarına bile bile kısılmaya alışkın, hatta büsbütün gönüllüydüler. Ve nasıl olduysa bizim kovukta ortam bir tür emrivaki kokteyl havasına bürünüverdi. Sonra sohbet sohbeti açtı... İşte insanların yüzündeki sert ifadenin de hoş bir sohbetle sabah güneşi gibi eridiğini böyle fark ettim. Yağmurlu öğleden sonrayı daha ziyade iki genç polisle gevezelik ederek geçirdim. Ne ülkenin nüfusu, ne de yönetim sistemi gibi şeyleri bilmeye vakit harcadıklarını görünce, ben de yazmaktan vazgeçtim. Başka şeyler var hayatlarında: Bogotalılar, istisnasız dans eden insanlar. “Genç, fit, düzgün fizikli, enerjik” sıfatları adeta onların ulusal karakteri. Tüm ilginç kentler gibi burada da yürümek, serserilik etmek, akşamları 22.00’den sonra canlı müzik ve dansın hüküm sürdüğü ortamlara akmak lazım. Ama nerede o takat? Geçen hafta çocuklarla Paris’in metro labirentinde savrulurken bacağımı sakatlamıştım. Bogota’da topalladım. Garip öğle yemeği mönüme üşüşen egzotik yiyeceklerin de faydası olmadı: Kremalı ıspanak çorbası, avokado, kızarmış muz, mango suyu... Yine de bu gıdaların Bogota’daki enerjiyle bir ilgisi olmalı. Saçma olduğunun farkındayım ama lafı bir şekilde buranın bir meyve cenneti olduğuna getirmeliydim. Mesela ananasın daha lezzetlisini tatmadım. Muzlar; en az bu ülkenin 1800’lerdeki kurucusu Simon Bolivar kadar değerli bir başka kahramanı Gabriel Garcia Marquez’in romanlarındaki gibiydi. Meyvelerden duvarlardaki graffitilere yansıyan renkler, ailesi Lübnanlı ama Kolombiya’nın sesi olan Shakira’nın şarkıları gibi kıvraktı... Bu arada az önce saydıklarımı gerçekten yedim; ve evet erken konuştunuz: Hepsi nefisti. Yine de bacağımda bir mucize yaratmadılar.

        Belki de oradaki sorun başka. Hem muz bahçelerini hem masa başı işlerini bilen Marquez’in bir kitabında yaşıyor olsak, bedeni elma bahçelerinde bilenip masa başında körelen benim gibi bir karakteri için acımadan şöyle yazardı: Doğada zor işlerle uğraşan bir insanın bedeni sertleşirken kalbi yumuşar, masada zor işlerle uğraşanınsa tam tersi...

        İlk hikâye: BABANIN GÜNAHLARI

        Kolombiya hızla gelişiyor ama katı kalpli plaza çalışanlarının ulusal sorun teşkil edeceği kadar değil. Onlar, mafya ve uyuşturucu işini çözmeye konsantre olmuşlar. Gazeteci arkadaşım Brian Byrnes’in, Kolombiya’ya dair izlenmesi gereken bir belgesel filmle ilgili birkaç yıl önce yazdığı bu yazı hep aklımın bir köşesindeydi. Kolombiya’daki travmayı ve bugünlerdeki değişimi anlatmayı ona devretmek en iyisi: Aslında Sebastián Marroquín bıyık bıraksaydı, tarihin en meşhur uyuşturucu satıcısına çok benzerdi; babası Pablo Escobar’a. Babasının ölümünden sonra Kolombiya’dan kaçıp Juan Pablo Escobar adını değiştiren Marroquín ile Pecados de Mi Padre (Babamın Günahları) filminin gösteriminden önce tanıştım. Oğul Escobar’ın, babasının kurbanlarının çocuklarıyla buluşmalarını anlatan bir belgesel. Arjantin’in Mar del Plata Uluslararası Film Festivali’ndeki prömiyerinden önce son halini Marroquín ve yönetmen Nicolas Entel dahil hiç kimse görmemişti. Boş sinema salonunda Marroquín’in yanında otururken endişesini hissedebiliyordum. Son 16 yılını babasının acımasız mirasından kaçarak geçirmişti ve o an tüm olan biteni herkese anlatmak üzereydi. Pablo Escobar’ın 1993’te Medellín’de kurşun yağmuru altında ölümünün ardından Juan Pablo Escobar, annesi ve kız kardeşiyle birlikte Ekvador’a kaçmış. Bu, Güney Amerika ve Afrika’da sürüklenecekleri, nihayetinde adını değiştirip mimar olacağı Arjantin’e yerleşecekleri uzun yolculuğun başlangıcı olmuş. Şimdi uluslararası medya çılgınlığı gözünü Marroquín’in üzerine çevirirken, artık münzevi hayatının sona erdiğini biliyor. Filmin Arjantin’in ardından Kolombiya’da 30 sinemada gösterime girmesi çok önemli bir kültürel olaydı; bir belgesele böyle bir talep hiç olmamıştı. Marroquín, “Tek isteğim bu filmin bir barış mesajı olması” diyordu.

        Düzinelerce film yapımcısı 32 yaşındaki Marroquín’e teklifle gitmiş, hikâyesini kendilerine anlatmasını istemişti. O ise, yapacakları tek şeyin babasının imajını yüceltmek ve sömürmek olacağını düşünerek geri çevirmişti. Sonra 2005’te Entel ile tanıştı. O yeni bir yaklaşım öneriyordu: Marroquín ile, babasının bazı kurbanlarının çocuklarını bir araya getirmek... Mesela Kolombiya’nın eski adalet bakanı Rodrigo Lara Bonilla ve eski başkan adaylarından Luis Carlos Galán... Bu iki siyasetçi de kokain karteliyle mücadele başlattıkları için Escobar’ın emriyle öldürülmüştü. “Ona hikâyeyi çocukların bakış açısından anlatmayı önerdim, bu fikir Sebastián’ın hoşuna gitti” dedi genç yönetmen Entel. Babamın Günahları, Escobarlar’ın daha önce hiç yayımlanmamış evdeki video çekimleri ve fotoğraflarıyla, yeni klip ve çekimleri harmanlıyor. Ailenin yaşadığı şefkat dolu anlar da var; Pablo ve küçük oğlunun Beyaz Saray’da ve Disney World’deki görüntüleri örneğin. Sonra Escobarlar’ın geçici bir süre saklandığı Panama ve savaşın paramparça ettiği Nikaragua... 1993’teki ABD ve Almanya’ya başarısız sığınma girişimlerinin görüntüleri... Bunların hepsi, 1980’ler ve 90’larda Kolombiya’daki şiddete dair açık bir anlatının yanında, çocukluğu babasının acımasız yöntemleriyle şekillenen gergin bir genç adama dair yakıcı bir hikâye yaratıyor. Sonunda da babayla oğul arasında bir telefon görüşmesinin, Escobar’ın öldürüldüğü kanlı çatışmayla tüyler ürpertici bir şekilde kesilişini duyuyoruz. “17 yaşımı görmem diye düşünüyordum” diyor Marroquín. “Babamın öldüğü günden sonra, yaşadığım her bir saati bana verilen bir hediyeymiş gibi yaşadım.”

        Filmin akışında aralara Marroquín ve Rodrigo Lara Restrepo’nun şimdi hayatta olmayan babalarını sabırla anlattıkları, hafif loş bir ortamdaki çekimler giriyor... Bu film, uyuşturucu ticareti etrafında dönen şiddete kesin bir son verilmesine bir nebze de olsa yardımcı oldu. Ülkedeki rehabilitasyon sürecinin bir parçası gibi. En azından insanların Escobar adını, uyuşturucu dışında bir şeylerle de ilişkilendirmesini sağladı.

        Tarifler mi?

        Kolay: Olgunlaşmaya başlamış muzları soyup 3 dilim olacak şekilde boyuna kesin, kızgın yağa atın ve rengi koyulmaya başlarken çıkarın. Haşlanmış, biraz da yağ ile tavada çevrilmiş ıspanağı püre haline getirerek su ve biraz baharat ekleyip çorba yapın; en son üstüne krema ekleyin. Mangonun suyunu sıkın. Avokadoyu da kavun gibi kesip kaşıkla kazıyarak yiyin. Afiyet olsun... Muzdan tatlı değil mesela tuzlu bir cips yapmak isterseniz, bu kez yeşil muzları daha ince dilimleyip kızgın yağa atın. Patates cipsinden güzel!

        Bogota’da öğle mönüsü: Ispanak çorbası, kızarmış muz, avokado...

        Kolombiya kahvesi

        Kahvesi dünyaca meşhur olacak kadar güzel gerçekten. Bizse milletçe, Brezilya’dan çok daha ucuza aldığımız ıskarta kalitesinde kahve çekirdeklerini seviyoruz; çünkü daha çok telve bırakıyorlar. Kolombiya’dan ithalatımızın yüzde 97’si kömür. Karşılığında bir miktar sanayi ürünü veriyoruz. Ama ticaret açığımız büyük. Bu gezinin amaçlarından biri de bu açığı kapatmak. Yüzölçümü Türkiye’den büyük, nüfusu 45 milyon. Bu arada metrobüs fikrini 7 milyon nüfuslu Bogota’dan almışız. Ama Türkiye ile kıyaslamamak lazım zira Türkiye’deki kentleşme ve tarımda verimlilikle kıyaslanınca arada epey fark.

        Türkiye Kolombiya’da petrol çıkarmaya da çalışıyor. TPAO’nun uluslararası faaliyetleri için 25 yıl kadar önce kurduğu Turkish Petroleum International Company (TPIC) Latin Amerika’daki ilk petrol sondajını Kolombiya’da 4 yıl önce yaptı. Ülkenin kuzeydoğusundaki Cucuta kentine yakın TPIC kuyuları, Venezüella sınırının birkaç yüz kilometre ötesinde. Ordu, polis ve özel koruma destekli petrol sahasında çalışan Türk jeolog ve çalışanlar, petrol çıkarmak için hâlâ Bogota’nın iznini bekliyor. Belki bu ziyaretten sonra izin çıkar.

        Yükselen pazarların önüne geleni ezip geçtiği dönemde Kolombiya fark edilmiyordu. Ama 400 milyar doları bulan ekonomisi Latin Amerikan ekonomileri arasında ilk 5’e girdi. Son 10 yılda, uyuşturucu ve suça bulaşmış başarısız bir görüntüden zenginleşen enerjik bir ekonomi görüntüsüne büründü. Petrol ve doğalgaz üretimi artıyor. MSCI borsa endeksi son yıllarda dünya borsaları içinde en yüksek büyüme oranlarını yakaladı.

        Ülkedeki büyüme, yatırımcıların iyimserliğinden beslenen bir büyümenin ötesinde... 2002’den beri ülkeye yapılan doğrudan yabancı yatırımlar 5’e katlandı, kişi başı gelir Türkiye’ye yaklaştı. Bir zamanlar bombalardan, beyin göçünden ve dışarıya kaçan sermayeden bezen toplum, bugün ‘Hollanda hastalığı’ndan yani ülkeye akan aşırı miktarda yabancı nakit paranın yol açacağı sorunlardan nasıl kaçacağını tartışıyor.

        BCP Securities’den yükselen pazar analisti Walter Molano’nun tabiriyle istikrarlı, gelişen, demokratik Kolombiya “Latin Amerika’nın yıldızlar topluluğu içinde parlak bir yıldıza dönüşebilir”. Ama daha vakit var...

        FARC’ı var

        Yerimiz dar ama, kaba bir benzetmeyle Kolombiya’nın PKK’sı denebilecek FARC ile Bogota hükümetinin, 300 bin kişinin canına mal olan terör belasını çözmede takdir edilecek bir noktaya gelmesine değinmeden olmaz. Meksika’nın eski dışişleri bakanı Jorge Castenada’dan işittiklerim, lafı uzatmadan amaca ulaşmanın en iyi yolu...

        1964’te, geri kalmış batı Kolombiya’da ciddiyeti sonradan anlaşılacak bir gelişme oldu. 1950’lerde Kolombiya’yı enkaz haline getiren ve “Violencia” adıyla anılan aşırı şiddet ve kargaşa döneminde aktif olan bir grup insan, “Marquetalia Cumhuriyeti” denen köylü ayaklanmasını başlattı. Küçük çiftçiler ve gündelikçiler, Kolombiya hükümetine ve zengin toprak sahiplerine silahla başkaldırmıştı. O “Cumhuriyet” yaşamadı. Ama o “Cumhuriyet”in kurucusu Manuel Marulanda (gerçek adı Pedro Antonio Marin) 5-6 yıl öncesine kadar hayattaydı. Marulanda’nın kurduğu bu gerilla hareketi; yani geçmişi Che Guevara’nın parlak yıllarına, Kolombiyalı rahip Camilo Torres, Nikaragualı entelektüel Carlos Fonseca, Arjantinli gazeteci Jorge Massetti, Uruguaylı sendika lideri Raul Sendic, Şilili isyankâr Miquel Enriquez ve Brezilyalı komünist Carlos Marighela’ya bağlanan son Latin Amerika isyancı çetesi Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC), Marulanda’nın ardından devrimci ateşini kaybetmeye başlamıştı. Sivillere karşı silah kullanmaya başlamak, zorla çocuk askerler çalıştırmak, adam kaçırmak ve uyuşturucu yoluyla operasyonlarını finanse eden bir suç çetesine dönüşmek, artık yozlaşmanın delilleri olarak gösteriliyordu...

        Bu arada 2002’de Alvaro Uribe’nin Kolombiya’da başkanlığa gelmesinden sonra, iki dönem sürecek bir “demokratik güvenlik” siyaseti uygulandı. Uyuşturucu trafiği ve kokain yetiştiriciliği konusunda beklendiği kadar başarılı olmadı. Ayrıca insan haklarına da pek saygı gösterilmedi. Fakat Uribe, Kolombiya Ordusu’nun suç ortaklığıyla kurulan sağ görüşlü paramiliter grupları dağıtmayı başardı. Ordu FARC’ın peşinden çekildi, Pentagon’un yardımıyla oluşturulan hareketli özel polis timleri ormanlara, hatta komşu ülke topraklarına salındı. Bu durum, FARC’ı Venezüela, Brezilya ve Ekvador sınırındaki bölgelere çekilmeye zorladı. FARC’ın yeni lideri Raul Reyes’in de Kolombiya Silahlı Kuvvetleri tarafından öldürülüp bilgisayarına el konmasının ardından ortaya çıkan bilgiler, örgüt için tam bir felaketti. Ele geçen bilgilere göre o dönem Venezüella Başkanı Hugo Chavez ve Ekvador Başkanı Rafael Correa’nın ihtiyaçları olduğunda FARC’tan yardım aldığı ve fırsat buldukça borçlarını ödemek konusunda istekli oldukları görülüyordu. Böylece büyük bir diplomatik karşı saldırı başlatıldı. FARC’taki moralleri bozmak için militanları sıkıştırmak ama öldürmeyip silah bırakmaya çağırmak, sabırlı bir taktik haline geltirildi. Bu arada timlerin asıl hedefi yeni suç delilleri ele geçirmekti.

        2010’da başkan olan Juan Manuel Santos Calderón ile birlikte, bu yöntemlere demokratikleşme adımları, yabancı yatırımcı çekme, ekonomiyi hareketlendirme dalgası ve aslında köşeye sıkışmış FARC ile dolaylı temas cesareti eklendi. FARC ile barış görüşmeleri sonucunda 2013’te bir temel anlaşmaya varıldı. Ardından doğrudan görüşmelere geçildi. Şimdi komşu ülkeler de çözüm sürecine destek veriyor. Ve bu ülkelerin hemen hiçbirinde eski günlerdeki liderler işbaşında değil.

        İkinci ülke: Küba

        Havana’yı dolaştıran taksici şöyle bir fıkra anlattı: Cehenneme giden bir Kübalı, insanların milliyetlerine göre sınıflandırıldığını görür. O günün işkencesi, ucu çivili sopayla dayaktır. Diğer bütün ülkelerden insanların çığlıkları ortalığı kaplamışken, Kübalıların bulunduğu bölümde sessizlik hâkimdir. Kübalı “Burası niye sessiz?” diye sorar. Cehennemin eskilerinden biri “Ambargo var, odun ve çivi yok” diye cevaplar...

        İnsan burada, artık Kübalı olmuş Türk rehber Arturo gibi kararsız kalıyor: Dünyada ne olursa olsun hep “eskisi gibi” olacak, havalimanının duvarında daima “Vatan insanlıktır” yazacak bir yerin var olduğunu bilmek mi; bu zamanda internet olmamasını garipsemek ve ambargo bitip bir kere açılmayagörsün fırlayıp gidecek otantik bir ülkeyi düşlemek mi daha doğru? Türkiye’de bıraktığı 3.5 yaşındaki kızı için para kazanması greken Arturo’yu buraya çeken hangisi? Peki Kolombiyalı yazar Marquez neden Küba’yı çok sevdi, Fidel Castro’nun kadim dostu oldu, ama burada yaşamadı? Marquez’e bu soru sorulmuş, o da bu ülkedeki yaşam şartları ve iletişim kanallarından uzak olmaya katlanamayacağını söylemiş. Haydaaaaa!

        İkinci hikâye: HAVANA’DA ARSA

        Karayipler’in en büyük adasında, ABD destekli Fulgencio Batista rejimi, 1959’da Fidel Raul Castro kardeşler ve Che Guevera’nın önderliğindeki “kızıl” devrimle devrileli 56 yıl oldu. 1967’de Bolivya’da pusuya düşürülen, tanınmasın diye elleri kesilerek ABD ordusu tarafındandan cangıla atılan Che’den arta kalanlar Castro’nun inatçı takibiyle 1997’de bulunduğundan beri de 18 yıl geçti. Ambargo baki. Küba’da ambargoyla mumyalanmış hayatsa öylece akıp gidiyor. Ama yine de her şey aynı, eskisi gibi değil. UNESCO’nun korumasına rağmen her yıl Havana’da bakımsızlıktan onlarca bina çöküyor. (Türkiye, restorasyon ve inşaat için yardım öneriyor.) Bugüne dek ABD’ye kapağı atmak için denize açılanlardan 17 bini hayatını kaybetmiş. Geceleri parasızlıktan yollarda kendileri çalıp söyleyen gençlerin kafası karışmaya başlayalı epey olmuş. Sovyetler dağıldıktan sonra ülkenin döviz ihtiyacını karşılamak için, yerliye ayrı yabancıya ayrı peso tedavülde. Elektrik kıt, gece Küba üzerine adeta loş bir yorgan çekiyor...

        Ama ABD ile Küba arasında 2 yıldır 200’den fazla görüşmeyle serpildiği ortaya çıkan yakınlaşma, sıcak Küba’nın üzerindeki kalın yorganı yakında kaldırabilir. Böylece devrimle kazanılanlar da insanlığın yanına kâr kalır! Küba’nın saygın ülke imajı ve popüler kültür gücü, dünyada en az bebek ölümü, en fazla sayıda 100 yaş üstü insanın Küba’da yaşaması, ülkede okuma yazma bilmeyen kalmaması, Havana’nın her köşesinin her saat güvenli olması gibi özellikler daha da ışıldayabilir.

        Aslında Küba-ABD yakınlaşması daha da eskiye gidiyor: ABD Başkanı Obama görevine başlayalı henüz 3 ay olmuş, Nisan 2009’da Latin Amerika zirvesinden 4 gün önce, ABD’den gelen açıklama Küba’yı ikinci kez gündeme oturtmuştu. Küba’ya ambargonun gevşetileceğine dair bu açıklama, adada akrabaları olan 1.5 milyon Amerikalı için bir dönüm noktası anlamına geliyordu. Hatta 1962’den bu yana yaptırımlar nedeniyle Küba’ya her 3 yılda bir sadece 14 günlük ziyaret hakları bulunan Kübalı Amerikalılar için mucizevi bir haberdi bu. ABD’den Küba’ya para transferlerindeki sınırlamanın da kaldırılması öngörülüyordu. 3 ayda bir en fazla 300 dolar, Küba diasporasının eline bakan 11 milyon Kübalıya yetmiyordu artık...

        Her 100 kişiye 11 telefon hattının düştüğü, 100 kişiden ancak 11.6’sının, o da damla damla internet erişimine sahip olduğu Küba’ya ABD şirketleri telekomünikasyon alanında yatırım yapmaya başladığında, turizm işiyle uğraşan bizim Arturo’nun da önü açılacak. İspanya’da İspanyol dili ve edebiyatı okumasının faydasını büsbütün görecek. Ama önce, Obama’nın Küba’yla yeni bir başlangıç için masaya koyduğu insan hakları, ifade özgürlüğü, uyuşturucu gibi konularda reformlar, Havana’nın istediği göç ve ekonomiyi kapsayan düzenlemeler rayına girmeli. Küba Devlet Başkanı Raul Castro “eşit şartlarda” olmak kaydıyla insan hakları, siyasi mahkûmlar ve basın özgürlüğü dâhil her konuda müzakereye hazır olduklarını bildirmişti. Bir sonraki seçimde aday olmayı düşünmediği de söyleniyor. Tabii Havana’da söylenti çok; Fidel’in aslında öldüğü de kenti sokak sokak dolanan o dedikodular arasında.

        ARTURO’NUN KADERİ

        Havana’da bir hayat kurmayı planlayan, Kübalı aşkıyla da kısa süre önce hayatını birleştiren Türk Arturo gibi Amerikalılar da Küba ile bu olumlu havadan memnun. CNN televizyonunun birkaç yıl önce yaptırdığı bir kamuoyu yoklamasına göre Amerikalıların yüzde 71’i Küba ile yakınlaşmayı destekliyor. YouGov şirketinin bir anketindeyse, Amerikan vatandaşlarının yüzde 69’unun Küba’ya gitmek istediği sonucu çıktı.

        Gerçekten artık yeter ama! Küba yönetimince BM’ye sunulan bir rapora göre, ambargonun adaya maliyeti 100 milyar dolara yakın. Devrimde el konulunca Washington’ı kızdıran ve ambargonun asıl sebebi sayılan 8 milyar dolarla kıyaslanınca, zarar büyük. Ancak ambargo, Havana’ya saygı duyan pek çok Latin Amerika ülkesinde ABD’nin de şöhretini hırpalıyor. Ambargo kalktığı takdirde ABD şirketleri, gıda ve diğer mallara yıllık talebin 2.5 milyar doları bulduğu Küba piyasasına girmenin hesaplarını yapıyor. Arturo şimdiden orada; bundan sonra arsa almak isteyenlerse geç kalmış olabilir. Küba purosu arkada...

        KÜBA'DAN

        Tatlı hayat

        Fidel Castro’nun yakın dostu olan yazar Gabriel García Marquez, çocukluğunda henüz kelimelere geçmeden resimlerle kurduğu cümlelerin aslında her şeyi anlatmaya yettiğini yazmıştı. Aslında kelimeleri keşfettikten sonra da resim yapmayı sürdürdü; tabii bu kez harflerle. İnsanlık tarihinde çok az insan kalemini onun gibi fırça misali kullanabildi. Marquez bu sanatını, uzun yıllar sigara veya purosundan çıkan duman bulutlarının üstünde uçarak icra etti... Zararlı şeylere aşkı tek taraflı değildi. Zararlı şeyler de onu çok sevdi. Puro gibi. Puro festivallerinde keyifle boy gösterdi.

        Nasıl göstermesin? Havana’da, hükümet binasının karşısında bulunan puro fabrikasındaki VIP tadım odalarını görmelisiniz! Parlak, sütlü kahve renkli dış yaprağın eşit olarak yanması önemli. Marquez’in dumanı gibi hoş bir seyirlik sunmalı ve ağızda güzel bir krema tadı bırakmalı. Sarıldıktan sonra bir yıl kadar dinlenmeye bırakılan puroların kutuları bu sürecin sonuna doğru yapılmaya başlıyor. Küba yılda yaklaşık 120 milyon adet puro yapıyor ve bunların beşte biri güvenilir, sağlam purolar üreten bir firmadan. Fakat bu işin uzmanlarına göre son zamanlarda butik purolar daha çok ilgi çekiyor. Havana’daki purolarınsa sadece yüzde 6’sı butik kategorisine giriyor. Ve endüstrinin geleceği bu ürün diliminde yatıyor.

        Üçüncü ülke: Meksika

        Con el Nombre de Allah, El Misericordioso, El Compasivo... Meksika’da giderek daha çok insan güne besmeleyle başlıyor! “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla”... Meksikalı Ariana da 10 yıl kadar önce Müslüman olmuş. Koyu Katolik bir ailenin kızı olarak başkent Meksiko’da dünyaya geldiği günden beri bulamadığı mutluluğu böylece yakaladığını söylüyor. “Kendi isteğimle Müslüman oldum. O zaman çevremde hiç Müslüman yoktu, şimdi arkadaşlarımın yüzde 90’ı Müslüman” diyor. Abarttığını düşünüyorsanız, yanılırsınız. Meksikalı antropolog Gaspar Morquecho, özellikle Zapatistalar’ın yaşadığı bölge Chiapas’ta son yıllarda binlerce Tzozil kökenli Meksikalının Müslüman olduğunu belirtiyor.

        Amerika kıtasının orta ve alt bölgelerinde, farklı viteslerde de olsa, ekonomiden siyasete, toplumdan inançlara kadar tarihi bir süreç yaşanıyor. Bu durum, kimi ülkelerde demokratikleşme, kimisinde şimdilik daha çok suç örgütlerinden arınma ve zenginleşme olarak kendini gösteriyor. Öte yandan Latin Amerika’nın derinlikleri dünyaya açıldıkça inançlar ve kültürlerle ilgili değişimler de oluyor. “Latin” diye nitelenen kıtadan giderek İslam’ı seçen yerli topluluklarla ve onlara karşı atağa kalkan Evangelistlerle ilgili haberler dünya medyasına konu oluyor.

        Meksika, sömürge döneminden beri büyük çoğunluğu Katolik bir ülke. Ancak son 20 yılda bu tabloda ciddiye alınan bir gelişme oldu. Daha ziyade kendini ifade etme güçlüğü yaşayan, Latin ve Amerikan kültürü içinde kaybolmaktan endişeli, fakir yerli topluluklardan insanlar, Müslümanlığı seçmeye başladı. 120 milyonluk ülkede artık 3 milyondan fazla “yerli” Müslüman yaşıyor. Farklı inançlar arasında hoşgörü kaygısı bile gündem oluşturabiliyor. Çünkü ülkede dini hoşgörüsüzlük belirtisi sayılabilecek gerilimler ve gösteriler de yaşanabiliyor. Meksika’daki dini çeşitlenmeyi anlatacak en iyi örneklerden biri Chiapas bölgesi. “Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu” (EZLN) tarafından bölgede başlatılan ayaklanmanın sonunda 1996’da, yerli hakları ve kültürüyle ilgili devletle varılan anlaşmadan beri pek çok yerli Müslümanlığı seçti. Chiapas’ta Kuran kursları doluyor, evden bozma mescitlerde Zapatistalar cuma namazı kılıyor. Ve başta Hizbullah aracılığıyla İran olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden bu sürece siyasi ya da parasal destek sağlayan devlet ve cemaatler olması, hem Meksika yönetiminin hem de Washington’ın bölgeye ilgisini artırıyor. Stratejiler, politikalar bir yana; ekonomik sıkıntılar, yerlilere kötü muamele, kültürel yayılmacı rüzgârlar Ariana’yı vaktiyle öyle yaralamış ki şimdi “Rabia” olarak sadece “ezilenlerin dini”nin huzurunu yaşadığını söylüyor...

        Son hikâye: MARQUEZ ROTASI

        Huzur demişken... Huzur içinde yatsın. Kolombiya’da doğmuş, Küba’yı sevmiş, Meksika’da yaşayıp ölmüş ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez’in cenazesi için geçen baharda Meksiko’da olmak isterdim; biraz geciktim. Binlerce insanın katıldığı bir cenazeyle son yolcuğuna uğurlanan ünlü yazar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretleri vesilesiyle gittiğim Kolombiya, Küba ve Meksika’yı birbirine bağlayan en önemli hikâye belki de. Bu 4 günlük gezi için “Marquez rotası” da denebilir. Böylece saygısından hiç kimsenin yargılamaya tenezzül edemeyeceği bir haylazlıkla, son sözleri de ona bırakabilirim. Peki onun en etkileyici rotası nereden nereyeydi? Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabında kendi söylediğine göre, Barranquilla’dan Aracataca’ya. Yani gazeteci olarak çalıştığı Kolombiya’nın kuzeyindeki şehirden doğduğu kasabaya... Kendisini habersiz almaya gelen; 45 yıla 11 doğum sığdırmış, hayatının 10 yılını hamile 10 yılını da emzirerek geçirmiş annesiyle birlikte...

        “Annem, ‘Senden bana bir iyilik yapmanı istemeye geldim, evi satmama yardım et’ dedi. Ne ‘Hangisi’ dememe gerek vardı ne de ‘Neredeki’ diye sormama. Bizim için dünyada tek bir ev olmuştur: Dedemle ninemin Aracataca’daki evleri. Doğma şansına eriştiğim, 8 yaşımdan sonra bir daha hiç içinde yaşamadığım o ev. Hukuk fakültesini henüz terk etmiş, elime ne geçerse okuyarak geçiriyordum zamanımı. Bana roman yazma tekniğini öğreteceğine inandığım özgün ya da çeviri metinlerin hepsini yalayıp yutmuştum. Gazetelerin eklerinde 6 öyküm yayımlanmış, birkaç eleştirmenin de dikkatini çekmişlerdi. Bir sonraki ay 23’üme basacaktım... Parasızlıktan, modanın 20 yıl kadar önünde gidiyordum: Makas görmeyen bir bıyık, karmaşık saçlar, kot pantolon, çiçekli gömlekler ve sandaletler. Yani annem gelip evi satmakta ona yardım etmemi istediğinde kadıncağıza ‘Evet’ demek için hiçbir engelim yoktu... 2 günlük masum yolculuğun benim açımdan böylesine belirleyici olacağını, en uzun ve gayretli yaşamın bile onu anlatmama yetmeyeceğini ne annem bilebilirdi ne de ben. Şimdi, iyi yaşanmış bir 75 yılın ardından, bu yolculuğun yazar yaşamımda aldığım bir sürü kararın en önemlisi olduğunu biliyorum. Bu şu anlama gelir: Bütün hayatımın en önemli kararı...”

        Gabriel Garcia Marquez’in doğduğu Aracataca’daki ev şimdi bir müze...

        Latin Amerika

        Türkiye ile Meksika 87 yıldır diplomatik arkadaşlar ama ilişkileri için henüz kuluçka evresinde denebilir. Ticari birçok fırsat kapısı var, ancak önce temas lazım. Şu anda bu yapılıyor.

        Trans-Atlantik Yatırım Ortaklığı anlaşması AB-ABD arasında devreye girerse, Meksika ve buradaki diğer ülkeler de Türkiye’nin yaptığını yapıp anlaşmaya dahil edilmeyi isteyecekler. İşbirliği söz konusu olabilir.

        Meksika’nın yüzölçümü Türkiye’nin 2 katı kadar. Dünyanın en büyük 6. petrol üreticisi, 11. büyük ekonomi. İhracatının yüzde 80’i ABD’ye. Ama ülkede büyük bir mafya sorunu var. Son 9-10 yılda 15 bin kişi mafya infazlarında öldü. Yüzlerce kişinin başı kesildi, üstgeçitlerden, viyadüklerden sallandırıldılar. Gerçi Meksikalılar, ölenlerin yüzde 90’ının yine mafyadan olduğunu söylüyor ama o da dertli bir durum değil mi: Ne çok mafya üyesi var...

        Mafyaya karşı uzun bir mücadele planı ilan edildi. Ama ABD’den ülkeye hâlâ polislerin zırhlı yeleklerini bile delen silahlar girmesi başkent Meksiko’yu kızdırıyor. ABD’ye komşu olmak iyi de her türlü pis iş için ilk göze çarpan geniş arazi sizinkiyse, yorucu oluyor.

        Meksika’nın Chiapas bölgesinde bir süre önce açılan Kuran kursunda çocuklar günde 5 saat Arapça dersi alıyor. Evden bozma bir mekân da mescit haline getirilmiş.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ