Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Dünya Türkiye'nin NATO manevrası

        CEYDA KARAN

        ckaran@haberturk.com

        Türkiye, Libya krizinde askeri realiteler ışığında ilkelerinin altını çizerek önemli bir manevra yapmak zorunda kaldı. Zira ‘evdeki hesap çarşıya uymadı’. Krizin başında dışlanan ‘NATO komutası altında müdahalenin’ bugün çok da hazzedilmeden devreye sokulmasına razı olunmasının arkasında; Arap ülkelerinin desteğiyle bir BM kararı çıkarılması, ama daha da mühimi Fransa’nın inisiyatifi ele alıp, Batı’nın ‘vur patlasın çal oynasın’ taktiğine başvurması yatıyor. Ankara’nın bu durum karşısındaki refleksi, ‘hiç olmazsa müdahalenin belli ilkeler etrafında çerçevesinin çizilmesini sağlamak için diretmek’ oldu. Türkiye NATO’da vetosunu işletti ve anlaşılan o ki, Fransa’nın ittifakı ‘yedek güç’ yapma planını bozdu. Amerika’nın gönülsüz oyuncu pozisyonunda geri planda kalmayı arzulayan tavrı karşısında, Libya’ya yönelik kaçınılmaz müdahale, Frasa’nın ‘tekelinden’ alınıp NATO çerçevesine oturtuldu...

        TÜRKİYE’NİN HIZLI MANEVRASI

        Kimileri bunu iç politik hesaplarla da içiçe geçen bir dış politika yalpalanması; kimileri de realpolitiğin gereği olarak görecektir. Elbette ikisinde de doğruluk payı var. Ama Türk dış politikası açısından uluslararası sistemin dönüşümden geçmekte olduğu günümüzde belki de daha önemli olanı hızlı bir manevra kabiliyeti sergilenmiş olunması.

        İSYANCILAR BEKLENENİ YAPAMAYINCA…

        Krizin başında Libya halkına destek verip 42 yıldır Libya’yı yöneten Muammer Kaddafi’den ‘halkının büyük çoğunluğunun sesini dinleyip artık gitmesini isteyen’ Başbakan Tayyip Erdoğan, diğer yandan açık bir dille yabancı güçlerin müdahalesini dışladı. BM Güvenlik Konseyi’nin uçuşa yasak bölge uygulaması kararı ortada yokken NATO müdahalesinden söz edenlere bunun ‘saçmalık’ olduğu yanıtını verdi. Elbette bu Erdoğan’ın Ortadoğu coğrafyasındaki ‘demokratik dönüşümlerin’ mümkün olduğunca kendi mecrasında akmasını arzulamasından kaynaklanıyordu. İşin aslı krizin başında ABD dahil pek çok ülke Kaddafi karşısında temkinli durmuş, misal Obama, Kaddafi’ye Mübarek’e olduğu gibi yüksek perdeden çıkışmamıştı. Herkes isyancıların doğuda üslendikleri Bingazi’den hızla başkent Trablus’a ilerlemeleri karşısında Libya liderinin çabucak gitmesini ummuştu. Beklenen olmadı, Kaddafi güçleri eğitimsiz, liderlikten yoksun isyancıları köşeye sıkıştırdı.

        TÜRKİYE’NİN LİBYA REÇETESİ…

        Türkiye, Libya’yı Batılı ülkelerden daha iyi tanıyan bir ülke. Libya’da yıllardır yatırımları bulunan işadamları sayesinde koşulları çok daha iyi algılayabiliyor. Biraz da bu sebeple Kaddafi’nin kabile dengeleri üzerine oturttuğu iktidarının beklendiği gibi aniden çökmeyeceği tespitini daha çabuk yaptı Ankara. Bu iç çatışmanın iki tarafıyla da diyaloğu vardı. İstikrarsızlığı ve daha fazla kan dökülmesini önlemek, barışçı geçiş ve elbette Türkiye’nin çıkarlarını korumak saikiyle tarafları uzlaştırmak, bir yandan Kaddafi’nin gidişini sağlarken, diğer yandan da Libya’nın daha demokratik bir düzene evirecek mekanizmaların yaratılmasını içeren reçeteyi uygulamaya çalıştı. Perde arkasından gelen bilgilere bakılırsa, bu girişimlerini ABD yönetimiyle de paylaştı. Plan işleseydi, ortaya çok farklı bir manzara çıkabilirdi…

        FRANSIZ FAKTÖRÜ

        Lakin ‘Fransız faktörü’ geçit vermedi. 18 Mart’ta BM Güvenlik Konseyi’nin uçuşa yasak bölge uygulaması içeren 1973 sayılı kararını çıkarmasının hemen ardından 19 Mart’ta Paris’te Türkiye’yi dışlayarak yapılan görüşmelerin hemen ardından Fransa Libya’yı vurmaya başladı. Nasıl, hangi çerçevede seçildiğini dünya kamuoyunun tam bilmediği hedefler bombalandı.

        FRANSA’NIN ‘ŞOK VE DEHŞETİ’

        Türkiye, Fransa’nın tutumunu hesaplayamadı. Yakın geçmişte Paris’te Kaddafi’nin altına kırmızı halılar sermiş olan Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin aniden ‘militarist aslan’ kesilmesini kim bekliyordu ki? Lakin ocakta eski sömürgesi Tunus’taki isyan sırasında diktatörlük rejimini kurtarmak için orduyu göndermesine ramak kaldığının anlaşılması; bakanlarının bu rejimle derin ilişkilerinin ortaya serilmesiyle rezil rüsva olmuş Sarkozy, isyancıların Bingazi’deki Milli Konsey’ini resmen tanıyıverdi. Amerikalıları da ikna ederek BM Güvenlik Konseyi’ni uçuşa yasak bölge uygulaması için zorladı ve kararın çıkmasından bir gün sonra ‘şok ve dehşet’ saldırısına öncülük etti. BM kararında biraz muğlak bir dille ‘karadan müdahale dışında sivillerin korunması için gereken her önlemin alınması’ ifadesinin bu boyutlarda uygulanmasını kimse beklemiyordu. Öyle olsaydı ilk saldırılar sonrası mırın kırın eden Rusya ve Çin veto kartını işletebilirdi. Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa bile önce “Bizim anladığımız uçuşa yasak bölge bu değil” itirazı getirmeye kalkıştı, lakin Batılıların telkiniyle çark etti.

        SARKO’NUN MESAJI: AKDENİZ ÇANAĞINDA BENSİZ İŞ YAPILMAZ

        Fransa, 2. Dünya Savaşı sonrası kurulmuş ve reform ihtiyacı her geçen gün kendisini hissettiren uluslar arası statükonun önemli bir parçası. BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinden birisi. Ve Sarkozy’nin inisiyatifi ele alarak vermek istediği mesaj açıkça ‘Akdeniz çanağında bensiz bir şey yapılamaz’. Tabi bu denli ‘hevesli militarist’ rolünü oynayınca gaflar kaçınılmazlaşıyor. Nitekim Fransız İçişleri Bakanı Claude Gueant’ın, bir talk şov programında ‘liderini övmek’ adına Sarkozy’nin ‘Kaddafi’yi durdurmak için haçlı seferine öncülük ettiğini’ söylemesi manidardı.

        ‘SALDIRGAN OLMAYAN’ ÇERÇEVE?

        Neyse ki Türkiye, Sarkozy’nin Paris toplantısıyla kendisini dışlamasına ahlanıp vahlanmadan önce NATO içindeki ikinci büyük güç olarak manevrasını devreye soktu. Fransa NATO’nun imkanlarından faydalanmak istemekle birlikte ittifakı ‘yedek güç’ kılacak, siyasi ve stratejik olarak işe bulaştırmayacak bir çerçeve istiyordu. Bu yüzden başlangıçta ironik biçimde NATO müdahalesine karşı çıkan iki ülke Türkiye ile Fransa oldu. Ama sonunda Türkiye veto kartını da kullanarak, ittifakı kendi istediği çerçeveyi kabule zorladı. Ne kadar işler meçhul, lakin çizilen çerçeve ‘sivillerin korunması, silah ambargosunun uygulanması ve insani yardım sağlanması’. En azından şimdilik. Davutoğlu’nun dediği gibi ‘saldırgan olmayan bir çerçevede’ olup olmayacağını ise henüz bilmiyoruz. Nihayetinde Irak ve Afganistan yüzünden çok da ‘görünür’ olmak istemeyen ABD yönetimi komutayı devrederek rahat bir nefes alacak, muhtemelen NATO pazartesi günü harekete geçecek. Türkiye de operasyonun deniz unsurlarını içeren kısmına dördü fırkateyn beş gemi ve bir denizaltı ile; hava unsurlarını içeren kısmına da F16’larla katılacak.

        YA HAVADAN, DENİZDEN OLMAZSA…

        Elbette bütün bu olup bitenler NATO müdahalesini de, Türkiye’nin pozisyonunu da sorgulayıp eleştirmemizi engellememeli. Ağırlıklı olarak Fransa ile ABD ve Britanya’nın bir haftadır Libya güçlerini havadan vurmalarına karşın isyancıların Kaddafi güçleri karşısında hala zorlanmaları cephedeki sorunlara işaret ediyor. NATO, Hava ve deniz ablukası işe yaramaz da karadan müdahaleye yönelebilir. Bu da sonu belirsiz bir başka ‘macera’ anlamına gelir. Bu durumda Türkiye’nin başlangıçtaki reçetesini küçümseyenlerin tuzu kuru tabi. ‘N’apalım Afrika’da paylaşım savaşı başladı bir kere’ yanıtını vermek kolay elbette!

        AKLIEVVELLER İÇİN ‘DOĞUNUN ÇİFTE STANDARTLARI’…

        Nihayetinde militarist kılığa kolaylıkla bürünüveren liberal müdahaleciliği hararetle alkışlamadan önce dünyadaki tehlikeli gidişat üzerinde daha fazla düşünmek lazım. Zira, geçen hafta Gülay Göktürk’ün Çarşamba günü Bugün gazetesindeki yazısında vurguladığı gibi ‘devletlerin egemenlik haklarına saygı’ ve ‘ülkelerin iç işlerine karışmama’ gibi ilkelerin tarih olmasıyla dünya daha güvenli bir yer haline gelmiyor. En azından bazıları için! Ve eğer ‘insani müdahale’ kılıflı uluslararası operasyonların sonu gelmeyecekse, bırakın da bu durumda hangi hedefin, kime göre, neye göre seçildiğini sorgulayalım. Kaddafi’ye tahammül edemeyenlerin sivil ahalilerini ezip geçen Bahreyn, Yemen, Suudi Arabistan’a niye pek ses etmediklerini soralım. Hele de Batı’nın çifte standartlı insani müdahaleleri ne hikmetse büyük ölçüde insani can kaybı, doğal kaynakların yağmalanması, yerli ahalinin kültürünün hiçe sayılıp aşağılanmasıyla sonuçlanıyorsa... Hal böyleyken, kimi aklı evvellerin düşündüklerinin aksine ‘Doğu’nun çifte standartları’ henüz genellikle kendi içlerinde geçerli oluyor…

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ