Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Dücane Cündioğlu: Siyasi kültürde güçlü olan kazanır

        Kübra PAR / GAZETE HABERTÜRK

        Dücane Cündioğlu ile röportaj için buluştuğumuzda niyetim gündemi konuşmak yerine onun kendi entelektüel serüveninin hikâyesini dinlemek, kutuplaşan Türkiye’de her kesimden ciddi bir okur kitlesine sahip olan bir düşünürün, milliyetçilikten İslamcılığa ve oradan bir tür bağımsızlığa uzanan düşünce dünyasının izini sürmek, çalışma masasında yazılmayı bekleyen yeni kitaplarını sormaktı. Ne var ki Türkiye siyaset tarihine geçecek bir hafta yaşadık. Önce Anayasa’da laiklik tartışması ardından Başbakan Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı arasındaki kriz ve olağanüstü kongre kararı gündeme damgasını vurdu. Muhafazakâr kesimi yakından tanıyan ve son yıllarını Anayasa ve Ceza Hukuku üzerine çalışmakla geçiren Cündioğlu’na sıcak gelişmeleri sormamak olmazdı. Röportajımız yarın da devam edecek...

        Başbakan Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki gerilimden sonra AK Parti kongre kararı aldı, Davutoğlu aday olmayacağını açıkladı. Siz de tartışmaya Twitter’dan katıldınız, “Siyasette hiç kimse vazgeçilmez değildir, bu yüzden ahde vefa daima zayıf olanın payına düşer” dediniz. Ne demek istediniz?

        Siyasette ve ticarette güçlü olan kazanır, haklı olan değil. Bu yüzden –Farabi’nin deyimiyle- taakkul akla galebe çalacaktır, yani siyasetin doğası gereği teorik bilgelik değil, pratik bilgelik üstün gelecektir. Nitekim öyle de oluyor.

        O çevreyi yakından tanıyan biri bu yaşananları nasıl görüyorsunuz?

        Kim galip gelirse haklı olan odur, çünkü Fatih’in kanunu, bu topraklarda geçerli siyasal ilkeyi en özlü biçimde anlatır: “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizam-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir, ânınla amel edeler (Oğullarımdan iktidarı eline alan kişinin, düzenin devamı amacıyla kardeşlerini katletmesi uygundur, ki alimlerin çoğunluğu da bu çözümü onaylamıştır, o halde hiç tereddütsüz bu kanunu uygulasınlar.) Hamaset söylemi, hain edebiyatı, bu topraklarda siyasal adabı korumaya izin vermez ve tabiatıyla kullanım süresi biten herkes zamanı gelince bir kenara itilmek ve başına geleni usulca kabullenmek zorundadır.

        Bu gelinen noktanın Türkiye toplumunun ilerleyişi ya da gerileyişi açısından nasıl bir anlamı var?

        Toplumsal değişim ülke siyasetinin evrimi kadar uluslararası siyasetin istekleri doğrultusunda da belirlenir. Uluslararası sermaye özü gereği yerel siyasetlerin nazını çekmez. Bu nedenle kalkınma hamleleri sermayenin özsel devinimiyle ilgili. AK Parti’nin toplumsal ve entelektüel ufku, ne yazık ki aktörü olduğu bu ekonomi politiğin çok gerisinde kalıyor, çünkü kültür deyince bile en çok devasa kültür merkezleri inşa etmeyi anlıyorlar.

        DÜŞÜNCE VE SANAT ALANINDA ÖNCE İNŞAAT SÖZCÜĞÜNÜ KULLANMAKTAN VAZGEÇMELİLER’

        Kültür merkezi demişken, hükümetin açıkladığı yeni kültür paketini nasıl buldunuz? Muhafazakârlar kültür ve sanatta sınıfta kalıyor eleştirisinin haklılık payı var mı?

        Yıllardır düşünce ve sanat adına beklediğimiz o umut verici coşkudan en ufacık bir iz bile taşımayan bir bildirimdi: fevkalade yoksul ve cansız, adeta boşluğa seslenen, ülkenin entelektüel çeşitliliğine ilgisiz, tek yanlı, bir o kadar da ürkek ve yetersiz. Uzun vadede yüksek kültürü oluşturan, besleyen, zenginleştiren entelektüel kesim ve kurumları yanına çekmek, hiç değilse kendileriyle diyalog kurmak hadi bir yana, onların desteğini bile talep edecek özgüvenden yoksun bu siyaset biçimi, muhataplarını sahiciliğine inandırmak istiyorsa, düşünce ve sanat alanında önce inşaat sözcüğünü kullanmaktan vazgeçmelidir. Kimse inanmadığı bir masala başkalarını inandıramaz.

        BU YAŞAMIMIN İLK VE SON YAPITI OLACAK’

        Şu sıralar çalışma masanızda ne var?

        2011’den bu yana geniş kapsamlı bir proje üzerinde çalışıyorum, dört-beş yıl önce bir söyleşide, artık oltayla balık tutmak yerine ağ çevirmeye niyetliyim, demiştim, dediğimi de büyük ölçüde başardım sanırım, ne var ki hazırlık safhası çok uzun sürdü, o denli de yorucu ve yıpratıcı...

        Ne tür bir çalışma olacak?

        Felsefenin özsel çatışmalarını irdeleyen 4-5 ciltlik bir yapıt olacak. İlk cildi metafizik tartışmalarına ayırdım; Fizik ve Matematik arasındaki ezeli kavganın öyküsü. İkinci cilt Tıp ve Psikoloji, üçüncü cilt Hukuk ve Siyaset, yani en temelde şef-büyücü veya siyaset-din çelişkisinin çözümlemesi. Dördüncü cilt ise Sanat ve Estetik üzerine. Matematik ve Fizik arasındaki kavgayı, ki buna Platon ve Aristoteles arasındaki çelişki de diyebiliriz, İslam felsefesindeki yansımalarıyla ele alıyorum. Tıp ve Psikoloji cildinde tek yanlı olarak ruhu yücelten beden-karşıtı metafiziği, beden ve ruhun tarihini, Felsefe ile Tıp arasındaki gizli çekişmeyi irdeliyorum. Son iki yıldır Hukuk Felsefesi, Anayasa ve Ceza Hukuku üzerine çalıştım. Doğu’da ve Batı’da Hukuk ve Siyasetin, toplum ve devletin temel ilkelerini inceliyorum. En büyük sorun, buyruk ve yargının başlangıcı sorunu. Estetik ve Sanat üzerine olan dördüncü cilde gelince, mimari, heykel, resim ve sinema gibi sanatın farklı açılımlarından çok onların özüne yöneliyorum. Sanırım bu, yaşamımın ilk ve son yapıtı olacak.

        Neden ilk yapıtı diyorsunuz? Daha önce pek çok kitap kaleme almıştınız...

        “İlk ve son yapıt” ifadesi aslında bir metafor, çünkü bundan önceki çalışmalarım bir tür hazırlık denemesiydi, tırmanış sırasında karaladığım mütevazı birer eskizdi...

        Kendinize biraz haksızlık etmiyor musunuz?

        Belki de ediyorum, ama ‘biraz’. Yıllarca hakikat dağının zirvesinde neler olduğunu merak ederek tırmandım. Tırmanış sırasında karaladığım notlar bilinçli ve kapsamlı bir kavrayışın ürünleri değildi, aksine hepsi de yeri ve fakat daha ziyade göğü, dolayısıyla bugününü değil, geçmişini anlamaya çalışan genç ve tutkulu bir adamın çırpınışlarıydı. Oysa bu bir veda çalışması. Yolun sonunda, ülkeme ve insanlığa üzerine düşünmeye değer bir başlangıç sunacak bir yapıt bırakmayı tasarlıyorum.

        Ne kadarını yazdınız?

        Malzemeleri hemen hemen hazır. Çoğu zihnimde bitti sayılır. Düşünmenin 2500 yıllık öyküsünü ele alacağım. Bütünü görmenin çok güçleştiği bir evrede felsefenin hakkını vermek, temel bilimleri hepsini kuşatacak şekilde ve sistematik bir biçimde kavramak uzun yıllarımı aldı, umarım ifade edilmeleri de bu denli uzun sürmez.

        Bütün bu alanlarda Türkiye’deki bilim tarihine dair bir şeyler bulabildiniz mi?

        İslam felsefinde 9. yüzyıldan itibaren Kindi, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi çok güçlü isimler ve zengin bir literatür var. Osmanlı döneminde bu süreç yoksullaşarak devam ediyor. Tanzimat döneminde, malum, büyük bir sarsıntı yaşandı ve ancak Cumhuriyet döneminde çeviriler aracılığıyla yeni bir başlangıç yapılabildi. Ne var ki bu başlangıcın ürünlerini henüz 1990’lardan sonra görmeye başladık.

        FELSEFE KOFLAŞTI, EDEBİYAT HALİNE GELDİ’

        Son yıllarda Türkiye'deki çalışmaları beğeniyor musunuz yani?

        Türkiye’de 12 Eylül etkisinin dışında yetişmiş, Batı dillerini bilen, belki Doğu hakkında yetersiz ama hiç değilse önyargısız, çalışkan, genç akademisyenler var. Bu yeni durum umutlandırıcı. Batı’da olan tartışmalar önce çeviriler üzerinden alımlanmaya çalışıldı ama henüz yeterince özümsenmedi, özümsenmediği için de yetkinleşme aşamasına henüz geçilemedi. Sosyoloji, Antropoloji, Dilbilim, Siyasetbilim ve Hukuk’ta en çok ders kitabı niteliğinde çalışmalar yapıldı, sentez bir yana, derinlikli çözümlemelerden hâlâ eser yok, çünkü sözümona Batı’yı bilenlerin Doğu’dan, Doğu’yu bilenlerinse Batı’dan haberleri yok. Birileri örneğin sadece Foucault, sadece Heidegger, sadece Descartes üzerine çalışıyor, o da ya bir kitabı ya da bir görüşü üzerine. Diğerleri de örneğin sadece Spinoza, Hume, Kant veya Hegel üzerine eğiliyor, ama ya bir kavram, ya bir sorun, ya yine bir tek kitap üzerine. 14. yüzyılda din-devlet ayrımını ilk dile getirenlerden Padavolı Marsilius’un İbn Rüşdçü olduğu yazılıyor ama İbn Rüşd’ün kim olduğu bilinmiyor, çünkü bu toprakların çocukları aslında kendi bilinçdışılarını oluşturan yerli ustaları ve bu dünyaya özgü sorunları bilmek konusunda isteksiz davranıyorlar. Biri filin kuyruğundan, biri hortumundan, diğeri ayağından tutuyor ve fakat filin tümü üzerinde yetkinleşmiş isim henüz yok. Bir akademisyen, sözgelimi iyi bir hukukçu olabiliyor ama felsefe veya siyaset biliminde zayıf kalıyor. Teoloji ise neredeyse tamamen ilgi alanlarının dışında. Akılları sıra bu konuları olmuş bitmiş, tarihte kalmış ilkel sorunlar olarak görüyorlar. Felsefe, sanat, kültür alanlarında geniş bakış açıları oluşturamıyorlar. Sanat tarihçilerini söz konusu bile etmiyorum. Teologlar da zaten gökten yere inmemekte ısrar ediyorlar. Batı’daki bir entelektüel ya da akademisyen Shakespeare’e ya da Goethe’ye atıf yapmadan kolay kolay siyaset ve hukuk üzerine yazmaz, yazamaz. Edebiyat ve sanat felsefeyle yanyana yürür. Bizde sanatla ilgilenenlerin bilimle, bilimle ilgilenenlerin sanatla alakası çok zayıf, çünkü ikisini birleştirecek olan sadece felsefedir. Türkiye’de güçlü bir felsefi altyapı yok. Okul felsefesi felsefe değil, kuru edebiyat. Ümit verici gelişmelere karşın çeviri arşivimiz çok zayıf. Çevirilerin ise güvenilir olma konusunda ciddi sorunları var. Felsefe, Platon’un deyişiyle, kendi has evlatlarını yetiştirmediği, yetişmiş olanlar da yetkinleşmediği içindir ki bilim ve sanat bu ülkenin çocuklarının zihninde omuz omuza yürümeyi beceremiyor. Müzikte şiirle, sinemada öyküyle irtibat neredeyse hiç yok. Resim ve heykel zaten yetim bırakılmış durumda. Mimari, hele hele iç mekân -dekorasyon hileleri dışında- hâlâ sinemanın konusu olamadı. Oysa Batı’da yönetmen için görüntü demek, doğa veya sokak demek değildir, biraz da çatı, pencere, antre, merdiven, ışık demektir. Mekân kavrayışı ne denli güçlü olursa yönetmenin anlatım dili de o denli zenginleşir. Bütün bu ögeleri bir araya getirecek zemin felsefeden başkası değil. Bütünün bilgisi felsefede bulunur çünkü. Kısacası, katetmemiz gereken mesafe sanılandan çok daha büyük.

        Bilim tarihine dair bu altı alanı bir bütünlük içinde ele alan bir çalışmanın daha önce dünyada örneği var mı?

        Postmodern evre büyük anlatılardan vazgeçeli çok oldu. Sistem sözcüğü hemen hemen terkedildi. Artık minimalize olmuş kavrayışçıklar var. Bu da felsefeyi koflaştırıp edebiyat haline getiriyor, felsefeyi bilimin, bilimi sanatın karşısına koyuyor. Oysa felsefe yapmak, sözcüğün gerçek anlamıyla, metafizik yapmak demektir. Bu yoksulluk aslında evrensel bakış yoksunluğunun sonucu. Evrensel yerine tek yanlı varsayımlarla yetinmenin, başka deyişle kesin, tümel ve zorunlu olanı önemsemek yerine tam da aksine göreceli, tikel ve rastlantısal olanın etkisinde kalmanın bedeli. Oysa yaşamı, doğayı ve insanı bütün olarak ele almak için düşünmenin önce bütünselliği amaçlayan bir kaygıyla hareket etmesi gerekir.

        Bunun dışında başka çalışmalarınız var mı?

        Osman Hamdi Bey’in, Tevfik Fikret’in “Tarih-i Kadim” şiiriyle birlikte yorumladığım, “Mihrab” diye de bilinen “La Genèse” (Tekvin) tablosu üzerine bir çalışma tamamlanmayı bekliyor. Bu, Doğu-Batı çatışmasına ilişkin resim sanatında karşılık bulan asırlık bir manifestonun öyküsü. Raffaello’nun “Atina Okulu” ve Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerine yaptığım iki çalışma birkaç ay önce sona erdi. Öte yandan, ne cennette, ne de cehennemde bulunmalarına izin verilen, hatta A’raf’a girmelerine bile müsaade edilmeyen şairlerin ve filozofların öyküsünü yazıyorum: cehennemin ilk halkasında yaşayanların ızdırabı, Limbus. Tabii bir de mütevazı bir Lars kitabı, uzun bir süredir Antichrist’i (2009) yeniden ve genişçe yazmayı, Melancholia (2011) ve Nymphomaniac (2013) filmleri hakkındaki yazılarımla birlikte hepsini bir üçleme halinde yayımlamayı düşünüyorum.

        "MAO’CU BİR ARKADAŞIM YÜZÜNDEN DEVRİMCİ DEĞİL ÜLKÜCÜ OLDUM!"

        Bir bilardo tutkunu haline geleceği 15 yaşına kadar, sıradan, Üsküdar ve Beşiktaş arasında büyüyen kendi halinde bir çocuk. Bu sahillerin büyük bir bölümünde yüzdü, oynadı, midye çıkardı, akıntıların üzerine atladı. Malum, Boğaz çocukları yüzmekten çok denize yüksekten atlamayı severler, çünkü mecburdurlar. Ben de öyleydim.

        Gençliğinizde koyu bir milliyetçi olduğunuz doğru mu?

        14-15 yaşında bir çocuk bir şeyin ne kadar koyusu olabilirse o kadar. İlerici Gençlik Derneği vardı. Arkadaşlarım davet etmişlerdi, tam oraya gidecektim ki arkadaşım “Gitme sakın, onlar sosyal faşist” dedi. Kendisi Mao’cuydu. Gitmedim, ama bir hafta sonra Ülkü Ocaklarına gittim. Oradan aldığım kitapları okudum, etkilendim ve “Önce Vatan” dedim. Zor yıllardı. 12 gün işkence gördüm, 4 yıla yakın hapis yattım. 12 Eylül’den bir ay sonra çıktım. Bir süre sonra “Bilmediğim hiçbir şeyi kabul etmeyeceğim ve bilmediğim hiçbir şeyi reddetmeyeceğim” diye kendi kendime söz verdim, 35 sene boyunca da sözümü tuttum.

        ANNE BABAM DİNDAR DEĞİLDİ, AİLENİN MOLLASI BEN OLDUM’

        Nasıl bir ailede büyüdünüz?

        Babaannem Zübeyde Hanım İstanbul 1915 doğumlu. Annesi Müberra Hanım öğretmenmiş. Dedem İbrahim Bey ise Kafkas cephesinden gelip Conk Bayırı’nda ilk şehit düşenlerden. Evleri Rumeli Hisarı’nın içindeymiş. Rumeli Hisarı açık müzeye çevrilince 1953’te istimlak edilmiş. Babaannem konsüllerine Rumeli Hisarı’nın kartpostallarını koyardı, nedenini hiç bilmezdim. Meğer evleri orada olduğu için görüntüleriyle hasret gideriyormuş. Babaannemin ailesi Kırım’dan gelip Köstence’ye yerleşmişler, oradan da İstanbul’a göçmüşler. Babamın babası, dedem Yusuf ise İstanbul’da Kesedarlık (Muhasebecilik) yapıyormuş, babaannemle evlilikleri uzun sürmemiş, kendisi sonra Kağıthane’de bir silahtar ağasının kızıyla evlenmiş, sanırım genç yaşta da vefat ettiğinden babam yetim büyümüş, nüfus kaydında ‘Antakyalı Yusuf’ olarak geçiyor, nedenini biz de bilmiyoruz. Annem Kastamonu’nun Araç bölgesinden bir Türkmen kızı, babası küçükken vefat ettiği için çocuk yaşta İstanbul’a gelmiş.

        Dindar bir aile miydi?

        Dindar diyemem ama muhafazakâr bir aileydi bizimki. Sanırım ailenin ilk mollası ben oldum! Malum, eski İstanbul’da tekkeler olmadan kültür olmaz. Rahmetli Babam da epey eşik aşındırmış. Nitekim adımı açıklamalı bir Kuran çevirisinden almış, o çeviri hâlâ bende saklı duruyor. Kendisi melami-bektaşi meşreb bir zattı.

        Dücane ne demek?

        Arapça kökenli bir kelime. “Ebu Dücane” bir lakap, isim değil. Üstelik “Dücane”, muhtemelen bir kız ismi! (Gülüyor). Ama babam ismime Farsça mânâ vermekten hoşlanırdı: ‘dü” iki demek, “dücane” de “iki can”, hem madde hem mânâ, hem akıl hem kalp, hem dünya hem ahiret...

        YILLARCA EVDEN ÇIKMADIM, İNSANLARDAN KAÇTIM’

        Üsküdar’da doğmuş milliyetçi bir gençken bugünkü noktaya nasıl geldiniz?

        Dervişler “Hakikat yolculuğu şeriatla başlar, tarikatla devam eder, hakikat ve marifetle son bulur” derler. Benim öyküm de biraz bu sıralamaya uygun gelişti. Kişisel tarihim Türkiye’nin tarihine eş biçimde yaralı. Türkiye hangi sancıları ve acıları yaşadıysa benim öznel tarihim de birebir aynı süreçlerden geçti. 15-16 yaşlarında siyasal olaylara karıştım. İlk yazımı 1980 yılında, 18 yaşında cezaevindeyken yayımladım. Çoğu 'Taşmedrese’den mektuplar' tadında toplam 12 tane gençlik yazısı. Kırk senedir durduramadığım bir okuma/öğrenme açlığıyla boğuşuyorum. Her gün 10-15 saat okumak benim için nefes alıp vermek gibi sıradan bir işlem, düşünmekse bir yaşam tarzı.

        İlk dönem okumalarım Kuran’a dairdi. En temelden başlamıştım. Bu bir anlamda Tanrı’yı merkeze alarak düşünmekti. 12 Eylül’den sonra ideolojik yükün altında ağır bedeller ödemiştim ve toplumla irtibat kurma yeteneğim büyük ölçüde hasar görmüştü. Yaralarımı sarmak için okuyordum. Yürümeye değil, uçmaya ihtiyacım vardı. Bu yüzden doğadan, toplumdan, insandan, neşeden uzak durmak ikinci doğam halini alıverdi.

        İNSANLAR BENİ ÜRKÜTÜR, BEN DE ONLARI’

        Askerden geldikten sonra 10 yıl boyunca geçimimi redaksiyon yaparak, yani Arapça ve İngilizce’den yapılan çevirileri düzelterek temin ettim. Neredeyse hiç evden çıkmıyordum. 13-14 yıl Yeni Şafak’ta yazdım; gazeteye gidişim üçü beşi geçmez.Rahmetli Cemil Meriç’in “İnsanlar kıyıcıydılar kitaplara sığındım” diye bir sözü vardır, benim hikayem de ona benzer. İnsanlar beni hâlâ ürkütür, ki doğrusu ben de biraz onları ürkütürüm. Huysuz ve yabanıl bir tarafım vardır. Ne kadar saklamaya çalışsam da kartal görünümünün ardından hep bir serçe ürkekliği kendini belli eder. Kısaca, benimkisi, toplum içinde köle olarak yaşamaktansa kitaplar arasında imparator gibi yaşamayı marifet bilen bir “yabancı”nın öyküsü!

        İDEOLOJİK HAKLILIK İNSANI APTALLAŞTIRIR’

        İlk dönem yazılarınız ile son dönemkiler arasında farklar var sanki. Sekülerleştiniz desem kızar mısınız?

        Ayaklarımın artık daha yere basar göründüğünü söylemek istiyorsanız, haklısınız, yeryüzüne çok geç indim. Kendimi bazen dünyaya düşen adam gibi hissediyorum. Çoğunlukla yabancı ve garip bir adam... Platon “Biz göğün bitkisiyiz” der. Tanrısal ışığın yayıldığı zeytin ağacının kökleri de yerde değil, göktedir, dalları aşağıya sarkar. Ne doğuya ne batıya aittir. Eric Hoffer’ın deyişiyle “kesin inançlı” bir adamdım, köklerimi yere değil, göğe salmıştım. O kadar haklıydım ki nerede olduğumu, kim olduğumu hiç sorgulamadım. Fizik’le değil, metafizik’le yola düştüm, içini doldurmak için 40 yılımı harcadığım bir metafizikle... İdeolojik haklılık insanı aptallaştırır. Aptallık ise insana duygusal açıdan kendini güçlü hissettirir. Geriye dönüp baktığımda, benim de her genç gibi bilmekten çok güçlü olmaya, yani inanmaya ihtiyacım varmış diye düşünüyorum. Yetişkinlik düşünmekle olanaklı, düşünmek ise parçalanmakla.

        YAŞAMI SANATLA FARKETTİM, FELSEFEYLE KAVRADIM’

        Sizin dünyevileşmenizle Türkiye’deki İslamcıların dünyevileşmesi aynı döneme denk geliyor. Sonuçta farklı yerlere vardınız ama yine de dönemsel olarak paralellik kurmak mümkün mü?

        Dünyevileşme sözcüğü olup biteni açıklamaktan çok saklıyor gibi görünüyor. Bu sözcük belki yapısal ve kurumsal süreçler için açıklayıcı olabilir ama birey için kullanıldığında trajik dönüşümleri yüzeye çekip sığlaştırıyor. Başlangıçta düşünmemin konusu sözcüklerdi, bu yüzden yıllarca dilbilim çalıştım, sonra kavramlara geçtim ve uzun süre mantık dersleri verdim, daha sonra tarih, yine geçmişin bilgisi. Düşünce yaşamımda olgular neredeyse hiç yer almadı. Örneğin zulüm sözcüğünü veya zulüm kavramını saatlerce çözümleyebiliyordum ama zulüm olgusuna gözlerimi kapamaktan hiç kaçınmıyordum. Bu süre zarfında topluma, doğaya, insana hep isteksizce yaklaştım. Yaşama, doğaya, insana yıllar sonra değebildim. Bu perdeyi kaldırabilme becerisini sanata borçluyum, çünkü Brecht’in dediği gibi, “tüm sanatlar yaşama sanatına hizmet eder.” Malum, düşünceler yaşama değmedikçe ne ölçülebilir, ne de sınanabilir. Bu durumda kendinizi haklı hissetme ihtiyacı sürekli doyum bulur ama bakış açınız da biteviye yoksullaşır. Hakikat arayıcıları, arayışlarını sürdürdükleri takdirde, asla bu yoksulluğa tahammül edemezler. Doğayı, toplumu, bilimi merkeze almamın temel nedeni sanattı. Yaşamı belki sanatla fark ettim, ama felsefeyle kavradım. Paris’te kaldığım dönemde sürekli Psikiyatri ve Psikoloji üzerine okuyordum, doğal olarak bir yandan da gözlem yapmaya gereksinim duyuyordum. Ne var ki pek sosyal biri değildim, dolayısıyla bu gereksinimi en iyi romanlar aracılığıyla karşılayabileceğimi düşündüm ve edebiyat dünyasına daldım. Balzac’ın romanları benim için laboratuar gibiydi, ve yanısıra bir de sinema dünyası.

        PENCEREDEN DIŞARI BAKMAYI 40 YAŞINDAN SONRA BECEREBİLDİM’

        İnsanları romanlardan ve filmlerden mi öğrendiniz yani?

        Biraz öyle oldu! (Gülüyor) Evhadüddin Kirmani bir gün tekkenin önünde oturmuş, gelip geçenlere bakıyormuş. Şems-i Tebrizi ona ne yaptığını sorunca “Leğende mehtabı seyrediyorum” demiş, yani halkta Hakk’ı seyrettiğini söylemiş. Şems de “Ensende çıban mı var, başını kaldırıp niçin mehtaba bakmıyorsun?” demiş. Benim de hakikatin izlerini takip ettiğim ilk “leğenler” romanlar ve filmler oldu diyebilirim.

        2005’te Paris’te psukhe-pneuma (nefs-ruh), sevgi-nefret, kibir-tevazu gibi kavramlar üzerine çalışırken bağırsakların nasıl çalıştığını hiç bilmediğimi fark ettim ve bu eksikliği gidermek için 3-4 sene boyunca Anatomi ve Tıp çalıştım. O dönemlerde birkaç yazı da kaleme aldım. Oysa daha önce bedeni değil ruhu, yürümeyi değil uçmayı önemsiyordum. Çaresiz düşe kalka yürüdüm. İnatla siyaset ve ticaretten uzak durdum. Elbette bunun da ağır bir bedeli oldu, yaşamdan payımı eksilttim ve toplumdan, insandan, yaşam sevincinden uzakta, hakikati kendi mağaramda aradım. Önemli olanın değil, değerli olanın peşine düştüm. Tek sermayem hüzündü. Ne var ki hüzün insana derinlik verir ama yaşamsallığını azaltır. Tarkovski “Kütükler kalın, sert ve yıkılmaz görünürler ama cansızdırlar, fideler ise ne denli kırılgan görünseler de taze ve canlıdırlar” der. Okul metafiziğinin gücü de sert, yıkılmaz ve güçlüdür ama ölü bir güçtür bu. Canlılık için dış dünyaya, yaşama adım atmak gerekir. Yıllarca haklılık duygumu kaybetmemek için sokağa çıkmadım. Pencereden dışarı bakmayı ancak 40 yaşlarından sonra becerebildim. Dünyayla irtibat bir bilgi sorunu değil görgü sorunudur. Berlin’de ve Paris’te bulunduğum yıllar, yaşam kültürüne dair bilgi eksikliğimi değil, deneyim eksikliğimi tamamladı.

        Eski çalışmalarınızda teoloji merkezdeyken şimdi sadece bir bölümü diyebilir miyiz?

        Yıllarca Tanrı’yı sözcüklerde ve kavramlarda aradım, şimdiyse doğada ve yaşamda arıyorum. Şehirde. Felsefe yapmak metafizik yapmaktır. Düşünmeye başladığınızda yaşamdan ayrılma isteği duyarsınız ve yaşamdaki payınızı eksilterek, tıpkı Hintliler gibi, saf bilinçte kalmaya çalışırsınız. Bu ilk bakışta verimli bir yol gibi görünür ama sonunda kişiyi boşlukta ve hiçlikte tüketir. Derinleştiğinizi düşünürsünüz ama yaşamsallıktan uzak bu derinlik, yaşamda karşılığı olmayan sanrılarla yüklüdür. Hakikati arayan her düşünce adamı doğa ve toplumla sınanma yürekliliğini göstermek zorundadır. Felsefe yapmak orada ve geçmişte değil, burada ve şimdi yaşamaktır.

        SERMAYEM HEP HÜZÜNDÜ, YAŞAM SEVİNCİMİ 2007’DE BULDUM’

        Yaşamınızın ikinci kısmında geç keşfettiğinize üzüldüğünüz şeyler var mı?

        Bir yemekten de haz alınabilir, gezmekten de. Oysa hazların en yükseği teorik hazlardır, bilmenin hazzı. Bilinç yetkinleştiği takdirde bilmenin hazzını hiçbir duyusal hazza değişmez. Duyusal hazları önemsemedim, çünkü bilmenin hazzını tatmıştım. İçime kapanık bir tarafım vardı, sermayemse hep hüzündü. Dairenin tamamlanması için hüzne, öte yandan neşenin de eşlik etmesi gerekir. Ben yaşam sevincimi 2007’de buldum.

        O günden sonra size yaşamda neşe veren şey ne oldu?

        Bütünü görmenin zevki. Yıllarca filin sadece kuyruğunu, hortumunu, ayağını tutmaktan yorulmuş bir zekânın fili bir bütün olarak görmekten aldığı haz...

        Hâlâ yukardan bakıyorsunuz!

        Teori sözcüğü nazar ve temaşa anlamına gelir. Temaşanın lezzeti tikellerde bulunmaz. Yolculuk dairenin üzerinde cennetten düşüşle başlar, ki eskiler buna iniş yayı der, doğaya inersiniz. Doğa bir son durak değildir, çaresiz tekrar yukarı çıkarsınız, ki buna da çıkış yayı denilir, ama o da son durak değildir. Sürekli bir devr-i âlem, daima dairenin başına geri dönüş, daima daireyi tamamlama. Sufiler dairenin tamamlanışını özgürlük olarak adlandırırlar. Ulaşmak değil, yolda olmaktır hazların en büyüğü. Hakikati avuçlamak değil, ona yaklaşmak, zaman zaman değmek, ama bir ömür boyu hakikatin cemalini bir tülün arkasından seyredecek noktada olmak, işte bitimsiz bir arayışın yegâne ödülü bu!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ