Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem "Parçalanan Osmanlı'dan bir tek Türkiye sıyrıldı çünkü Atatürk'ü vardı"

        KÜRŞAD OĞUZ / koguz@haberturk.com

        ÖZEL RÖPORTAJ - 1

        Son kitabı “Çivisi Çıkmış Dünya” (Yapı Kredi Yayınları) çıktığında Newsweek Türkiye için yaptığımız söyleşinin üzerinden 1.5 yıl geçti. Amin Maalouf yaşadığı Fransa’daki Yeu adası ve Paris dışında çok fazla seyahat etmese de, dünya bu zaman zarfında çok değişti.

        Lübnan kökenli Fransız yazarımız bu sürede bazı hastalıklarla uğraştı, bu yüzden Türkiye’den gelen davetleri de geri çevirdi ama değişen dünyayı ve Türkiye’yi takip etmeyi ihmal etmedi. Bu sürece bir de önemli ödül sığdırdı Maalouf. İspanya’nın Nobel’i olarak bilinen Asturias Ödülleri’ni bu yıl edebiyat dalında o kazandı.

        Kitapları Türkiye’de çok sevilen Maalouf’un ilk romanı “Afrikalı Leo” 1986’da, “Semerkant” 1988’de yayımlandı. 1993’te çıkan “Tanyos Kayası” o yıl Fransa’nın en önemli edebiyat ödülü Goncourt’u kazandı. 1996’da yayımlanan “Doğu’nun Limanları” için Türkiye’ye geldiğinde görüştüğümüzde, çoktan dünya çapında ünlü biriydi. Maalouf’un Türkçe’de yayımlanan 13 kitabı 1 milyondan fazla sattı. Bu başarının nedenlerinden biri, Maalouf’un kitaplarında, Türkiye’nin de temel açmazlarından biri üzerinde duruyor olması: Doğu – Batı sorunu.

        Maalouf 62 yaşında, Lübnan kökenli bir Katolik Arap. 1975’te Beyrut’ta iç savaş patlak verince, ertesi yıl karısı ve üç çocuğuyla mülteci olarak Fransa’ya yerleşti. O tarihten bu yana üç kez Lübnan’a gittiğini söylüyor ama belki de orada yaşayanlardan daha çok ülkesiyle ilgileniyor.

        1.5 yıl önce Paris’te yaptığımız görüşmede, dünyanın yaşadığı çıkmazları ve çözüm yollarını konuşmuştuk onunla daha çok. Bu kez yine Paris’teki evinde, daha çok Türkiye’ye odaklanmaya çalıştık. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan, “Alman hissediyorum” diyen Mesut Özil’e, yeni Osmanlıcı politika tartışmalarından “mahalle baskısı”na kadar hâlâ gündemde olan pek çok konuda görüşlerini aldık.

        İşte o söyleşi…

        “TÜRKİYE'Yİ, ERDOĞAN’I DAHA SIK DUYUYORUM”

        Bu söyleşide biraz Türkiye’den konuşmak istiyorum. Bir buçuk yıl önce yaptığımız görüşmeden bu yana Türkiye daha çok dikkatinizi çekti mi? Erdoğan adını daha sık duydunuz mu?

        Şüphesiz. Türkiye’yi çok iyi bildiğimi söyleyemem. Ama tarihsel nedenlerle, benim için her zaman çok önemli olmuş bir ülkedir Türkiye.

        Bir de ailevi nedenlerle tabii.

        Evet. Size önce de söylemiştim. Evde aileme ait bazı kağıtları bulduğumda, büyükbabamın yazdığı çok heyecan verici notlar gördüm. Kendisini bir Osmanlı vatandaşı olarak görüyordu. Sonra babamın doğum kağıdını buldum, Türkçe’ydi. Bu yüzden elbette Türkiye benim tarihimde ve bütün kitaplarımda var. Ama iç politikasını iyi bilmiyorum, sadece dışarıdan bakıyorum. Dışarıdan baktığımda Türkiye’nin önemli bir varlığı olduğunu görüyorum. Yakındoğu basınını okuduğumda –ki düzenli olarak yapıyorum bunu- Türkiye’yi, Erdoğan’ı, Türkiye’nin Lübnan, Suriye, Ürdün gibi bölge ülkeleriyle yeni ilişkiler kurduğunu çok açık görüyorum. Bu çok olumlu. İlişkileri yeniden kurmak, bu ülkeler arasında vizesiz dolaşmak çok olumlu bir şey. Buna seviniyorum.

        Mavi Marmara baskınını takip etmişsinizdir. İsrail askerlerinin ateşiyle 9 kişi öldü. İsrail başbakanı Benjamin Netanyahu bunun “meşru” bir hareket olduğunu söyledi. Siz ne düşünüyorsunuz?

        Gazze ablukası kabul edilemez bir şey. Bir halkı bir yere kapatmak, dünyayla ilişkilerini kesmek, yardım veya başka bir şey için olsun dışarıdan gelenleri engellemek çok küçük düşürücü ve haklı görülemez bir tutum. Gazze halkına böyle davranılması için hiçbir sebep yok. Bir gemi geliyor diye bu kadar çok gürültü çıktı, halbuki bu çok doğal biçimde gerçekleşmeli, kim isterse istesin Gazze’ye gelebilmeliydi. Gazze’de yaşayanları, onları yönetenleri sevmeyebilirsiniz ama bunlar bütün halkı bu şekilde sefil biçimde yaşamaya zorlamaya gerekçe olamaz. Bu kabul edilemez.

        Başbakan Erdoğan her platformda bu ablukadan çok bahsetti, bahsediyor. Ablukanın bitmesi gerektiğini söylüyor. Acaba bu ısrar Batı’ya itici geliyor mudur?

        Hayır. Clemenceau (Georges Benjamin, Fransız devlet adamı, gazeteci), savaş zamanında bir gazete çıkarıyordu. Her gün gazetesinde aynı cümleyi yazıyordu: Almanlar Paris’in kapısına dayandı... Sorun çözülene kadar bunu söylemek çok normal.

        Bu tavrın diplomatik olmadığını düşünenler var.

        Bilmiyorum ama bu büyük sorunun çözülmesi lâzım. Uluslararası ilişkilerde biraz baskı olsaydı bu sorun çözülürdü.

        “EKSEN KAYMASI DEĞİL GEREKLİLİK”

        Bir süredir Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünün, etkisinin arttığını pek çok uzman söylüyor. Ama Batı’da ve hatta Türkiye’nin içinde bir endişe sözkonusu. Türkiye’nin ekseninin kaydığı, Batı’ya giderken yüzünü doğuya döndüğü söyleniyor. Siz dışardan baktığınızda Türkiye’nin ekseninin kaydığını düşünüyor musunuz?

        Dünyanın bütün coğrafyalarıyla ilişki kurmak kadar doğal bir şey olamaz.

        Özetle, Türkiye’nin daha muhafazakâr hatta “İslamcı” olmasından endişe ediliyor.

        Ben olaylara daha farklı yaklaşıyorum. Soğuk Savaş dönemine baktığımızda, Rusya Türkiye’nin sınırındaydı ve Türkiye NATO üyesiydi. Yani Soğuk Savaş mantığına göre Türkiye, Batı ittifakının üyesiydi. Ama Soğuk Savaş bitti. Bugün aynı mantık içinde hareket edemeyiz. Türkiye Avrupa Birliği’ne girerse uluslararası ilişkilerdeki vizyonu bu yeni gerçeklik çerçevesinde olacaktır. Bugün Türkiye başka dünyalara giriyor ve bu kendi yeteneği. Artık Rusya’yla ilişki kurması çok normal. Avrupa’yla olduğu kadar Ortadoğu’yla ilişki kurması da. Çünkü bu bölgeyle çok eski bir ortak geleneği var. Bugün dünyada hiçbir ülke Çin’le ilişki kurmaktan uzak duramaz. Çin eskiye göre çok daha önemli bir ülke ve rolü de artacak. Çin’le ilişki kurmak Brezilya’yla ilişki kurmak kadar normal. Ben bunları ideolojik yönelme olarak görmüyorum. Her hükümetin bir gün yapacağı bir şey, bir gereklilik bu. Bugün dünyanın mantığı bir blokta kapalı kalmak değil her yönde ilişki kurmaktır. Lübnanlı olarak Türkiye’nin ilişki kurmasından hoşnutum. Başka ülkelerle de böyle ilişkilerimiz olsun isterdim. Hoş geldiniz derdim. Ayrıca çözülmesi gereken pek çok sorun var, geçmişin anlaşmazlıkları var. Bu tür gelişmelerden herkes kazanır, kim kaybeder ki?

        Türk dış politikasını yönlendirenler de aynı şeyi söylüyor…

        Açıkçası bu hikâyede İsrailliler’in aşırı tepki gösterdiğini düşünüyorum. Nefretle, kibirle hareket etmek yerine Türkiye’yle daha iyi ilişkiler kurmayı ve Türkiye’nin başka ülkelerle ilişki kurmasını kabullenmeleri lâzım. Konuşmak, eleştirmek, tartışmak çok doğaldır. Ama İsrail’in aşırı tepki gösteren bir tutumu var ve bu zaten İsrail’in içinde de birçok çevre tarafından eleştiriliyor.

        İsrail çok açık biçimde Türkiye’yle değil, Erdoğan’la problemi olduğunu açıkladı. İsrail dışişleri bakanı ve başbakanı bizzat söyledi bunu.

        Dışarıdan kimse, şu veya bu ülkeyi kimin yöneteceğine karar veremez. Bir ülkede bir hükümet varsa, o ülkeyle görüşürsünüz. Bir ülkenin elçisini kabul ederek ona, bayrağına hakaret etmeyi deneyip sonra da “Bunu yaptık çünkü orada böyle bir hükümet var” diyemezsiniz… Bu çok çocukça bir davranış. Bir kez daha söylüyorum. İsrail’de pek çok kişi bu davranışlardan çok rahatsız.

        “ERDOĞAN’IN POPÜLARİTESİ MUHALİFLİĞİNDEN GELİYOR”

        Araplar açısından bakarsak… “Çivisi Çıkmış Dünya”da, Arap toplumunun bugün tarihinin en kötü dönemini yaşadığını, hiç bu kadar aşağılanmadığını, kendini bu kadar marjinal hissetmediğini söylemiştiniz. Şimdi, Türk bayrağını sallamak çok popüler oralarda.

        Ürdün’den yeni gelen bir arkadaşım, her yerde Türk bayrağı gördüğünü söyledi.

        Bütün bunlardan yola çıkarak, Başbakan Erdoğan’ın bölgede yeni bir lider figürü olabileceğini söyleyebilir miyiz?

        Bunun spekülasyonunu yapamam. Biliyorsunuz orası çok zor bir bölge. Bir Nasır (Cemal Abdülnasır. Mısırlı asker ve devlet adamı) örneğimiz oldu bu bölgede. Arap dünyasının genelinde gerçek bir liderlik özelliği vardı. Bu tür liderlikleri yürütmek çok ama çok zordur. Çünkü çok karmaşık, parçalı bir bölge burası. Ve liderlik üstlenmeyi deneyen kişi, tüm dünyada çok güçlü odaklarla çatışmaya girmiş demektir. Sanıyorum Arap dünyasında ve hatta Müslüman dünyada ihtiyaç duyulan şey, başarılı olmuş bir örneğin ortaya çıkmasıdır. Ekonomik refah, demokrasi, her alanda gelişme, özgürlükler, insan hakları gibi konularda iyi örnek sergileyen ve “İşte bakın” diyebileceğimiz örnek bir ülke. Önemli olan başarılı olmuş bir model oluşturmaktır. Gerisi kendiliğinden gelir. Çok sayıda başarısızlık, hayalkırıklığı yaşandı bu coğrafyada. Arap dünyasında herkes çok derin biçimde kendini küçük düşürülmüş hissediyor. Hiçbir şeyimizin olmadığı, dünyada hiç dikkate alınmayan, parya gibi yaşayan bir toplum hissi bu. Ve o insanların kendine güvenini tekrar getirecek en ufak şey bile önemli. Özellikle de edeplice davranan, bir şeyler yapan ve başarılı olan insanlara çok ihtiyaç var.

        Bu yüzden mi seviliyor Erdoğan bölgede?

        Bilmiyorum. Bence popülerliği daha çok Gazze gibi konularda muhalif davranmasıyla ilişkili. Ama süreklilik sağlayan şey, gerçekten başarılı olmuş bir ülke deneyimi yaratmaktır. Yani bu bölgede gelişmiş, demokratik, insan haklarına saygılı, dünya çapında bir etkisi ve varlığı olan, referans olarak gösterebileceğimiz bir toplum olmasıdır. Bir tartışmada insanlar, “Ama bakın böyle bir örnek var” diyebilmelidir. Bugün bu örnekleri bulmak zor.

        “İSRAİL ŞIMARIK ÇOCUKLAR GİBİ”

        Başbakan Erdoğan geçenlerde, “Araplar ve Türkler kardeştir” dedi ve bu da çok tartışıldı.

        Bunu tekrar tesis etmek çok önemli çünkü Araplar ve Türkler arasında bağların bir kısmı 100 yıl önce koptu. 400 yıl Osmanlı egemenliğinde yaşadık. Ben, ne zaman bir sorun olsa “İşte Osmanlı’nın yüzünden” denen bir Lübnan’da büyüdüm. Osmanlı’nın oradan ayrılışından 60 yıl sonra bile “Bakın işte yürümüyor, Osmanlı’nın yüzünden” deniyordu. Sanıyorum Türkiye’de de, I. Dünya Savaşı sırasında kendilerini terk eden Araplar’a karşı bir güvensizlik var. Bunları aşmak, bir şeyleri yeniden oluşturmaya başlamak önemli. Bence İsrail, bu ilişkilerin yeniden oluşturulmasına katılmak istemedi. Çünkü Türkiye iyi bir aracıydı. Ve aslında İsrail, ‘biz ABD’nin müttefikiyiz, başka kimseye ihtiyacımız yok’ diyerek şımarık çocuklar gibi davrandı. Bu iyi bir davranış değildi.

        Yanlış yaptılar yani…

        Ben İsrail basınını çok iyi takip ederim. Sanırım o dönemde yaşananlar şuydu: İnsanların bir bölümü, “eğer Türkiye’nin Arap dünyasıyla iyi ilişkileri varsa, bizim de Türkiye’yle iyi ilişkilerimiz olursa bu herkes için olumlu olur” diyerek Türkiye’yle iyi ilişkileri korumak istiyordu. Ama aynı zamanda –özellikle dışişleri bakanı örneğinde olduğu gibi hükümette de olmak üzere- kasıtlı olarak olay çıkaran ultra milliyetçiler de vardı. Ve maalesef, -bu çoğu zaman İsrail’de ve başka yerlerde de böyle oluyor- kazanan aşırılık yanlıları oldu. Yani olayları çıkaranların bizzat kendileri ilişkileri bozmakta başarılı oldu. Türkiye’yle belki biraz daha az ilişki kurmayı tercih etmeyip çok daha ileri gittiler. Bu çok aklı başında bir davranış değil. Bu, bölgede barış arayan birinin göstereceği tutum değil. Bu daha çok gerçekten bir müttefik istemeyen birinin davranışı.

        İsrail’in bu davranışları yüzünden dünyadaki konumu değişir mi? ABD müttefiki olduğu için kimse ses çıkaramıyordu. Şimdi acaba bu durum biraz değişiyor mu?

        Bu durumun gerçekten değiştiği duygusuna sahip değilim. İsrail’in imajı biraz değişmiş olabilir ama güç dengeleri, ilişkileri hâlâ aynı. Durum kilitlenmiş durumda ve Arap dünyasının bu kilidi aşma kapasitesi yok. ABD de pek bunu yapacak gibi görünmüyor. Yani aynı çatışma durumu geçerli. Açık bir askeri çatışma değil ama sadece Filistinliler ve İsrailliler arasında değil, bütün Arap dünyası ve Batı dünyası arasında hınç/kin yaratan bir çatışma. Şu an dünyada en büyük kini yaratan sorun budur. Batı’nın bütün arkadaşları şüpheli durumda çünkü Batı, İsrail’in müttefiki gibi görünüyor. Bu çatışma tatmin edici bir şekilde çözülmeli. Ben bugün, eğer bir irade ortaya konursa, iki tarafın da yararına, Arap ve Yahudi toplumlarının gelecek kuşaklarda barış içinde yaşamalarını sağlayacak bir çözüm bulunabileceğine ciddi biçimde inanıyorum. Ama zaman geçtikçe bu daha da zorlaşacak.

        “OSMANLI’NIN PARÇALANMASINDAN BİR TEK TÜRKİYE SIYRILDI”

        Türkiye’ye dönersek, bazı uzmanlar Türkiye’nin bu yeni politikasını yeni Osmanlıcılık olarak adlandırırken Gilles Kepel gibi bazıları “yeni hilafet politikası” olarak yorumluyor. Kepel’e göre Araplar için Osmanlı İmparatorluğu emperyal bir baskı anlamına geliyordu ve bu yüzden yeni politikaya “yeni hilafet” demek daha doğru. Kepel şöyle diyor: “Kaldırıldığı dönemde hilafet, ruhani ve politik bir liderlik olarak görülüyordu. Bugünkü tablo aynı…” Ve ekliyor: “Türkiye çok önemli bir ekonomik güç olma yolunda ve siyasi alanda da ekonomik dinamizminden en fazla şekilde istifade ediyor.” Siz Türkiye’nin yeni politikasını nasıl yorumluyorsunuz? Yeni Osmanlı mı, yeni hilafet mi?

        Romancı olduğuma için, şimdi politik bir kurgu yapacağım… Biraz da dedemin düşlerinden ilham alarak… Biliyorsunuz 20. yüzyılın başında, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı pekçok ülkede uyanmış bir umut vardı. Özellikle de 1907-08’e doğru. Sanırım benim büyükbabamın hayalindeki şey de, Osmanlı İmparatorluğu’nun “halife sultan” tarafından yönetilen bir imparatorluktan, anayasal bir monarşiye dönüşmesiydi. Başında anayasal bir kralın/padişahın olduğu (Resim yapan, romantik, rafine isim son halife Abdülmecid gibi. İşi elçileri kabul etmek, parlamentoyu törenle açmak olan sembolik bir kral…); kadınların ve erkeklerin katıldığı özgür seçimlerin yapıldığı; bütün Osmanlı coğrafyasından, bugünkü Türkiye’den, Arap ülkelerinden, Balkanlar’dan, Yunanlar’dan, Ermeniler’den, imparatorluktaki bütün insanların çokuluslu bir parlamentoda buluştuğu bir ülke... Başındaki kral, bugün İngiltere kralı gibi sadece ülkenin birliğinin sembolü olacaktı. Benim bakış açıma göre böyle bir gelişme imparatorluğun dağılmasıyla yaşanan bölünme/parçalanmaya tercih edilirdi. Bu parçalanmadan Türkiye iyi sıyrıldı çünkü Atatürk’ü vardı. Atatürk gerçek bir devlet kurdu, ülkeyi modernleştirdi… Ama imparatorluğun geri kalanında yaşananlar bir faciaydı. Hâlâ pek çok problem çözülmedi, hâlâ gerçek devletler, milletler kurulamadı, hâlâ Yakındoğu I. Dünya Savaşı’nın sonundan beri kendini arıyor ama bulamıyor ve burası aynı zamanda gezegende en büyük çatışmaların yaşandığı yer.

        Bu yüzden o döneme bir özlem var…

        Şunu biliyorum ki David Ben Gurion (İsrail’in ilk başbakanı, 1886 – 1973) Osmanlı parlamentosunda milletvekili olmanın hayalini kurardı. Hatta bir keresinde bana, Osmanlı parlamentosunda bir Yunanlı vekilin ayağa kalkıp Lübnanlı bir vekile İlyada ve Odysseia’yı Arapça’ya çevirdiği için teşekkür ettiğini anlattı. Bence her kökenden insanın olduğu böyle bir parlamentoyla, yaşanan parçalanmadan çok daha iyisini yapabilirdik. Tabii tarihi yeniden oluşturamayız. Ama şu doğru ki, Avrupa’da Avusturya Macaristan imparatorluğuna dahil ülkeler arasında olduğu gibi (ki bir gün hepsi kendini ayrı bir yerde buldu ve bu da dünyaya pahalıya mal oldu) bir gün bağları yeniden kurabiliriz. 20. yüzyıl başındaki demokratik düş sayesinde aramızdaki bağları yeniden kurabiliriz. Bu mükemmel bir dönemdi. Osmanlı İmparatorluğu’nda, İran’da, Çin’de her yerde gerçek bir demokratik düş vardı o yıllarda. 1905 ve I. Dünya Savaşı arası dönemde, dünyanın her yerinde özgürlüklerin patladığı bir dönem yaşandı. Aslında 1905’te Japonya’nın kazandığı Rus – Japon savaşı bu noktada çok önemli bir olaydır. Çünkü bu, Doğu toplumlarının bir Avrupa gücüne karşı modern bir savaşı kazanabileceği duygusunu verdi. 1905 – 1906’da İran Devrimi oldu, yine bu dönemde Türkiye’de demokratikleşme ve Batılılaşma hareketleri hız kazandı. Çin’de Sun Yat Sen’le 1911 Devrimi gerçekleşti. O dönemde başlamış bir şey vardı ve maalesef neredeyse her yerde sonu savaşlara çıktı. I. Dünya Savaşı her şeyi yıktı. Aslında bir cennetin başındaydık.

        “YENİ OSMANLI FİKRİ GERÇEK BİR FİKİR”

        Soruma dönersek, bahsettiğiniz politik kurgu aynı zamanda dedenizin düşüydü. Peki bugün Türkiye’nin politikası hangisi sizce?

        Yeni hilafet fikri biraz sert. Benim dünya görüşüme göre halifenin en baştaki rolü sultanın rolünden farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu ikisi birleştirildi. En başta halifenin ruhani bir üstünlüğü varken sultanın gücü dünyeviydi.

        Halife ruhban sınıfın lideriydi…

        Biraz Batı’daki Papa ve imparator gibi. Bana göre bugün bu anlamda bir halife tayin edemeyiz.

        Zaten İslam’da artık bir ruhban sınıf yok.

        Kesinlikle. Bu yüzden yeni bir halife fikri benim için bir şey ifade etmiyor. Buna karşın Osmanlı alanında (ülkesinde) varolan bağları yeniden inşa etmek fikri gerçekçi bir fikir. Bir gün İsmail Kadare (Man Booker ödüllü Arnavut yazar) bana “Hepimiz Osmanlı alanının yazarlarıyız” demişti. Bu doğru. Sırplar, Arnavutlar, Araplar, Türkler Osmanlı alanında beraber yaşadık. Bizim mutfağımız Osmanlı mutfağıdır. Elbette bu dönemin olumsuz yanlarını almayacağız. Çünkü şurası doğru ki insanların Osmanlı iktidarıyla çok iyi hatıraları yok. O dönem iktidar vergi almak üzerine kuruluydu ve himayesi altındaki ülkeleri çok fazla geliştirmedi, benim buna karşı hiçbir nostaljim yok. Buna karşın, Osmanlı alanındaki –bu saltanatın tarihsel adlandırmasıdır- ortak bağları yeniden inşa etmek fikri çok meşru ve ilham alınması gereken bir fikirdir. Ve kesinlikle bir varlık nedeni vardır.

        “AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRSE DE GİRMESE DE…”

        Olur mu olmaz mı bilemeyiz ama Türkiye’nin bu oluşumda yeri ne olur?

        Bence böyle bir durumda her hâlükarda çok merkezi ve temel bir yeri olacaktır. Avrupa Birliği’ne girsin girmesin, bu rolü oynayacaktır Türkiye. Bağları yeniden oluşturmak önemli ama bu bağlar farklı şekilde de oluşturulabilir. Yeni imparatorluklar, birlikler oluşturmak aşamasında değiliz. Ortak pek çok şey olduğunu hissetmekten, insanların ve malların serbest dolaşımından, ekonomik gelişimden bahsediyoruz. Bu çok önemli.

        Öyleyse çevresindeki ülkelerle vizeleri kaldırmaya, ekonomik ilişkilerini geliştirmeye uğraşan Türkiye doğru adımlar atıyor…

        Ekonomik alan, birbiriyle ticareti geliştirme refleksi, bu konuda yatırımcıları desteklemek, bunlar çok önemli bence.

        Yani birlikte para kazanmak da bu bağları kuvvetlendirecektir.

        Elbette. Ayrıca endüstrileşmiş ülkelere ihtiyaç var. Çünkü bu ilişkilerin endüstrileşmemiş ülkeler arasında gelişmesinin bir anlamı yok. Gelişmek için, öncelikle endüstrileşmiş bir kutba ihtiyaç var.

        “BİLSEM BEN DE SEYREDERDİM”

        Belki gördünüz, bilmiyorum. Ortadoğu’da bir Türk dizileri fenomeni var.

        Hayır bilmiyordum… Ne tür diziler bunlar?

        Çoğunda güzel kadınlar, yakışıklı erkekler, aşk, lüks bir dünya, İstanbul ve Boğaz görüntüleri var…

        Bilsem ben de seyrederdim…

        10’a yakın Türk dizisinin Arap ülkelerinde ciddi fanları var. Bazı Arap yetkililer bu dizilerin Arap toplum yapısını parçalayacağından endişe ediyor. Hatta bir devrim riskinden söz edenler bile var. Zira bu dizilerde evlilik dışı ilişkiler, çocuklar vs. var. Deniyor ki Araplar da bunlara özenebilir. Tabii bu diziler daha çok Arap kadınları etkiliyor. Acaba Arap toplumlarında dönüşümün bayrağını da kadınlar taşıyabilir mi?

        Bu benim isteyeceğim bir şey olur. Ama bu yönde bir gelişme göremiyorum ben.

        Onlar erkeklere göre daha çok baskı altında olduğu için söylüyorum…

        Evet ama insanların başkaldırmasına yol açan şey her zaman baskı değildir. Elbette Arap kadınların başkaldırma hakkı var ama baskı çoksa, bunu yapmaları da zor olur. Ben kadınların çok daha önemli bir rol üstlenmelerini isterim. Ama hiçbir Arap ülkesinde bugün kadının böyle bir rol oynadığı izleniminde değilim. Müslüman ülkelerin pek çoğunda kadın başbakanlar, devlet başkanları oldu. Türkiye’de, Pakistan’da, Bangladeş’te, Endonezya’da, Kırgızistan’da… Asya’daki Müslüman ülkelerin pek çoğunda kadın yöneticiler gördük, ama Arap ülkelerinde göremedik maalesef. Bu konuda kapatılması gereken ciddi bir ara var.

        “EKONOMİNİN AHLÂKLAŞTIRILMASINA İHTİYAÇ VAR”

        Endüstrileşmiş Arap ülkeleri olması gerektiğini söylediniz. Bu yıl Suudi Arabistan ABD’den tarihin en büyük silah alımını yaptı: 42 milyar dolarlık. “Bu yüzyılda Arap olmak hiç kolay değil. Petrolle çok para kazandık ama laboratuarlar kurmadık, ülkeyi inşa etmedik” demiştiniz “Çivisi Çıkmış Dünya’da.” Demek bir şey değişmemiş…

        Biliyorsunuz, çoğu zaman ABD bazı ülkeleri kendisinden böyle silah alımları yapmaya zorlar. Çünkü bu kendi silah endüstrisi için bir sübvansiyon yöntemidir. Ve onlara hayır demek pek kolay değildir. ABD’nin müttefiklerini silah alımına ikna yöntemleri yeterince kesindir.

        Küresel ekonomik krizinden sonra yeni bir “İslami sermaye”den bahsedilir oldu. Yeni bir Müslüman ekonominin doğmak üzere olduğunu söyleyebilir miyiz? Ve bu neye yol açar?

        Buna çok inanmıyorum. Ben ekonominin biraz daha ahlâklı hale getirilmesi gerektiğine inanıyorum. Borsaların büyük birer gazinoya dönüştüğü, milyarların speküle edildiği sanal bir ekonomiye doğru gidiyoruz ki bu çok yakışıksız. İslami veya Hıristiyan bir ekonomi olmaz. Bence asıl sorun ekonomide bazı ahlâk kurallarının işletilmesi gereği, ekonominin ahlaklaştırılması. Sanırım insanlar bu ahlâklaştırmayı sağlamak için kendi inançlarından ilham alabilirler. Çünkü inanan hiçkimse milyonlarca insanın kaderiyle borsada bu şekilde oynanmasını, insan onurunun bu şekilde küçümsenmesini/aşağılanmasını kabul edemez. Pazarın yasalarının kutsal yasalar olmasını kabullenemeyiz. Ekonomi insanın hizmetinde olmalıdır, insan ekonominin hizmetinde değil. Sanıyorum, dinlerin bütün mesajları da bunu söylüyor. Tabii aynı zamanda laik ahlâk da bunu söylüyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ