Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Hemen hemen bütün yazarlar yazı yazmayı, bir çilehanede çile çekmeye benzetirler. Yine aynı yazarlar, bu çilehanede çile çekmekten haz aldıklarını, yazı yazmadan bir gün bile geçiremeyeceklerini de söylerler. Yazı yazmak; yazının derinliklerinde o sırada at koşturuyorsa eğer yazar, dünyanın en zevkli işidir. Ama bir yazar için ondan daha zevkli olan, yazarak memnun kaldığı bir metni başkasına okumaktır.

        Bazı yazarlar ise bunu yapmaz. Yazdığı şey eğer bitmemişse, onun üzerine konuşmak, ondan başkasına bölümler okumak, yazarı metinden soğutacağına, arasına mesafe koyacağına inanır, bu yüzden bazı yazarlar yazdıkları okuyucuyla buluşuncaya kadar metinlerini kendilerinden bile saklarlar.

        İki uçtan da yazarlar tanıdım ben.

        Mesela Mehmed Uzun yazdığı her sayfayı başkasına okumaktan özel bir zevk alan bir yazardı. Metni okuduğu kişinin tepkisi onu kamçılar, duyacağı yüreklendirici bir söz, bir hayranlık belirtisi, bir hayret nidası onu daha da kışkırtır, ondan sonra daha büyük bir şevkle otururdu yazı başına. “Evdalê Zeynikê’nin Hayatından Bir Gün” romanını, etrafındaki yaşlı kadınlara okuya okuya yazıp bitirmişti mesela. Her romanında Kürtçe ayrı bir üslup denemesi yapan Uzun, bu romanında “dengbêj diline” yaslanmıştı. Destansı, içinde çokça atasözü, halk deyişi, halk şiiri barındıran bir üslup tutturmuş, bu üslupta başarılı olup olmadığını test etmek için de yazdığı her bölümü, etrafına topladığı annesi, kayın validesi, eşinin ninesi, yakın akrabası, Türkçe bilmeyen birkaç yaşlı kadına okumuş, her kelimeyi onlara sormuş, o yaşlı kadınların metni iyice anladığına emin olduktan sonra son şeklini vermişti.

        Bazı yazarlar, yazdıkları metinleri başkalarına yüksek sesle okumaktan büyük haz alır, okuma eylemini yazma eyleminin üstüne koyar, yazdıklarını başkalarına okumaktan, onları yazmaktan daha zevkli bir uğraş olarak görürler.

        Böyle yazarlara, “okur olan yazarlar” denir.

        Alberto Manguel “Okumanın Tarihi” (YKY) kitabında, yazarların yazdıkları metinleri, şiirleri, kitaplarından parçaları başkalarına yüksek sesle okumanın tarihinin, kitabın tarihi kadar eski olduğunu söyler. Günümüzde, kimi yazarların çıktığı “okuma turneleri” geleneğinin yirmi yüzyıl önce başladığını belirtir Manguel. Bu gelenek ilk başladığında hem okuyan hem de dinleyen için belirli davranış kuralları varmış. Dinleyenler, yazar metnini okuduktan sonra eleştiriler yapar, yazar da o eleştiriler doğrultusunda metnini değiştirirdi. Yazar için önce uygun bir okuma mekânı bulunurdu. Mesela zengin şairler, görkemli kasırlarında, bu iş için özel olarak inşa edilmiş günümüzün konferans salonlarına benzer “auditorum”larda, bir platformun üstüne çıkarak şiirlerini yüksek sesle orada toplanmış olan kalabalıklara okurlardı. Yazarlar, o gün de bugün olduğu gibi “okuma seansı” sırasında “kelimelerin üstüne sesler ekler, onları el kol hareketleriyle canlandırır” böylece metne bir “tını” kazandırırlardı. Mangul’e göre bu “tınının”, metni üretirken yazarın aklından geçenler olduğu varsayılıyor, bu da yazarla okuru birbirine yaklaştırıp metni aslına uygun hale getiriyor. Bazen yazarın yorumuyla metin güzelleştiği gibi bazen de çirkinleşebiliyor da. Çünkü “okuma biçimi” yazardan yazara değişir.

        Bazı şairler var mesela şiirlerini çok güzel okur, bazıları da facialar yaratır, şiirlerini berbat ederler. Kendi şiirlerini çok güzel okuyan şair sayısı çok azdır. Örneğin Manguel’in verdiği bilgiye göre şair Dylan Thomas, “vurguları çan çalıyormuşçasına abartır”, T.S. Eliot ise “sürüsüne sinirlenmiş bir kilise çobanı gibi” kelimeleri mırıldanıp dururmuş. Bizden mesela Orhan Veli şiirleri okurken canına okur, ama İsmet Özel, Yılmaz Erdoğan gibi şairler, şiir yazarlarken besteledikleri müziği, aynı şiiri okurken de o müziği bize hissettirmede üstün bir yeteneğe sahiptirler.

        Başkasına bir metin okumanın “iyileştirici” bir yönü olduğuna inanmış insanoğlu. Çocukluğumda, yatağa düşmüş ağır hastaların yatağının kenarına oturup nöbetleşe Kuran okuyan okuyucular, ölürse eğer kutsal kelamın kelimeleriyle bilinci dolsun da öyle çıksın Allah’ın huzuruna diye düşünürlerdi hastanın. Bir hastanın başucunda okumanın onu ölüme hazırlamak olduğuna inanan bazıları da içten içe, okuyucuların özellikle “Yasin” suresini okumalarını pek istemezlerdi. Eğer sıra “Yasin"e geldiyse, ölüm yakın demekti. Hatta bir köylünün, başucunda okunan Yasin’den sonra babasının ölmesine kızarak imama, “Verdin Yasin’i, verdin Yasin’i adam gitti” dediği de rivayet edilirdi ben çocukken.

        Aşıkların birbirine sevdikleri kitapları yüksek sesle okumaları var bir de… Bir arkadaşım, Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına” romanını baştan sona, satır satır, yüksek sesle hasta yatağındaki sevgilisine okumuş, kitap bittiğinde kızın iyileştiğini söylemişti büyük bir sevinçle.

        *

        Eski zamanlarda topluluk önünde yapılan okumaların amacı, metni başkalarına ulaştırmak olduğu kadar, yazarı da toplumla tanıştırmaktı. Mesela Chaucer, meşhur kitabı “Canterbury Hikayeleri”ni önce kalabalık bir topluluğa okumuş, daha sonra da aldığı tepkilere göre metinde değişiklikler yapmış, öyle yayınlamıştı. Yine, üç yüz yıl sonra ortaya çıkan Moliére, yazdığı bütün oyunları önce hizmetçisine okumuştu. Manguel’in aktardığına göre Samuel Butler, “Defterler” kitabında şunları söyler:

        “Moliére onları hizmetçisine okuyorduysa, bunu sesli okuma, yapıtı başka bir biçimde gözler önüne serdiğinden yapıyordur. Her dizeye gösterilen bu ilgi onun daha titiz bir özeleştiri yapmasını sağlar. Ben hep yazdıklarımı sesli okumayı amaçlarım ve bunu da çoğu kez yaparım. Herhangi biri de yapabilir ama beni korkutacak kadar biri olmamalıdır. Sesli okuduğumda, kendi kendime sessiz okurken iyi gibi gelen yerlerin zayıf olduklarını anlayabiliyorum.”

        Bazen de yasaklar, yazarı okurun ayaklarına götürür. Bu alanda tarihin en ünlü eylemlerinden birisini Jean Jacques Rousseau yapmıştır. Ünlü kitabı “İtiraflar” hükümet tarafından yasaklanınca filozof, 1768 kışı boyunca Paris’in soylu evlerini teker teker ziyaret ederek kitabını onlara okur. Manguel’in verdiği bilgiye göre bu dinletilerden birisi sabahın dokuzundan öğlen üçe kadar sürer. Dinleyenlerden birine göre filozof, çocuklarını nasıl terk ettiğini anlattığı bölüme gelince, dinleyenler önce utanır, sonra da gözyaşlarına boğulurlar.

        Bizde de bu alanda birçok örnek var. Vakti zamanında Nazım Hikmet’in şiirleri yasaklıyken, şairi sevenler çeşitli evlerde gizli gizli toplanır, elle çoğaltılmış veya daktilo tek nüsha şiirler ceplerden çıkar, iyi şiir okuyan birisi tarafından okunur diğerleri dinlerdi. Bediüzzaman Said-i Nursi’nin kitapları da hakeza… Hatta talebelerinden bir kısmı bugün bile “okuyucular” diye bilinir.

        Toplu okumaların, okunan metnin şerhi meselesi vakti zamanında solcular arasında pek yaygındı. “Teorisyen” diye bilinen, az buçuk felsefe kavramış, biraz sosyolojiye vakıf, ustalar dedikleri Marx’ın, Engels’in, Lenin kitaplarını okumuş, az biraz onların dilini çözmüş, kötü çevriden keçiboynuzu misali bilgi damıtmış “bilinçli” abiler; hapishane koğuşlarında, dernek binalarında toplanmış henüz tam anlamıyla “bilinçlenmemiş unsurlara” yukarıda adını saydığım şahsiyetlerin kitaplarından pasajlar okur, büyük bir özgüvenle o pasajları şerh etmeye çalışırlardı.

        Bu mevzuya dair, yani “müşterek kitap okumaya” dair şahane bir anekdotu İsmail Beşikçi “Anılar” kitabında anlatır.

        12 Mart darbesinden sonra Diyarbekir Cezaevi’nin yemekhanesinde böyle bir eğitim çalışması var; müşterek okunan kitap Lenin’in “Devlet ve İhtilal”idir. Birisi önce kitaptan üç dört sayfa okur. Oturumu yöneten Mümtaz Kotan okunan metni birisinin şerh etmesini ister. Lenin’in bu kitabı, bir polemik kitabıdır. Yüzlerce fraksiyona o zamanlar cevap yetiştirmiş, o yazılar da sonradan kitap haline gelmiş. Dolayısıyla Lenin’in o kitapta yazdıklarını birisinin “anlaması”, anlayıp da “şerh” etmesi pek mümkün değildir. Durum böyle olduğu için kimseden ses çıkmaz. Kimseden ses çıkmayınca, aralarındaki tek sosyolog, bilim adamı, üniversite hocası Beşikçi kendini yoklar ama o paragrafı şerh edecek kudreti kendinde bulamaz. Kimseden ses çıkmayınca Mümtaz Kotan, “Arkadaş yeniden okusun, dikkatli dinleyin, burası çocuk bahçesi değil, çocuk avutmuyoruz” diye sert çıkar. Metin tekrar okunur, yine sessizlik, yine kimse söz almaz. Aralarında metni anlama müktesebatı olan tek kişi Beşikçi bile tekrar okunduğu halde metinden bir şey anlamaz, bu yüzden o da sesini çıkarmaz. Kısa bir süre sonra; medresede din tahsili görmüş, Lenin’in kitaplarından bihaber, orada anlatılanlara yabancı, asıl mesleği marangozluk olan, mektebe gitmemiş, Türkçe okuma yazmayı kendi imkanlarıyla öğrenmiş Faki Hüseyin Sağnıç elini kaldırır, “ben şerh edeceğim” diye öne atılır. Başlar konuşmaya… İlkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum, emperyalizme karşı omuz omuza mücadele, devlet bir baskı aracıdır, feodalizmden kapitalizme mutlaka geçmek gerekir gibi alakasız cümleleri peş peşe sıralar. Birkaç dakika sonra Mümtaz Kotan müdahale eder, “Feqî sadede gel, okuduklarımızın senin anlattıklarınla bir alakası yok,” der. Feqî Hüseyin, “Müsaade et, giriş yapıyorum, sadede geleceğim biraz sonra” der. Kotan, “Girişi falan bırak, esas konuya gel” deyince, Feqî Hüseyin, “sadede” gelmez, demin yaptığı konuşmayı baştan alır, Mümtaz Kotan tekrar müdahale eder, sözünü keser, “Okunan parçada bunlar yazılmıyor” der. Feqî Hüseyin, “Anlatacağım gözüm, anlatacağım, müsaade et, şimdi giriş yapıyorum, esas konuya da sıra gelecek,” der. Yönetici tekrar araya girer, Feqî tekrar ilk konuşmasına döner. Bir süre sonra yönetici “toplu okuma seansını”bitirmek zorunda kalır, Feqî Hüseyin’e de bir hafta süreyle toplu kitap okuma seansına katılmama cezasını verir. İsmail Beşikçi, söz alamaya cesaret edemediği o anda, söz alarak büyük bir medeni cesaret örneği göstermiş olan Feqî Hüseyin’i herkesi sıkıntıdan kurtardığı için kutlayınca Feqî Hüseyin, “Konuşmama izin vermedi ki anlatayım, durmadan sözümü kesti,” der.

        *

        Avrupa genelinde yazar dinletilerinin altın çağı ondokuzuncu yüzyıldır. Manguel’in verdiği bilgiye göre bu işin yıldızı da Charles Dickens’tı. O bu işi yaparak hem eserlerinin halk üstündeki etkisini ölçer hem de onu bir tür profesyonelliğe dönüştürerek ününe ün katar. Bir dinleti sırasında, bir Noel hikayesi olan “Çanlar”nı okur, seans sonrasında da karısına yazdığı mektupta, “Dün gece ben okurken dostlarımdan birisinin nasıl uluorta gözyaşı döktüğünü, kanepede ağladığını görseydin, benim gibi sen de güç sahibi olmanın ne demek olduğunu anlardın” der.

        Her yazar, bu okuma seanslarına katılarak Dickens gibi “güç” peşinde koşmaz; gücün yanında birçok yazarın eserlerinden parçalar okumasının bir sebebi de alkış almak, eserlerinin gerçek dinleyicisinin olup olmadığını tespit etmektir. Bu işi profesyonel düzeye çıkaran ilk yazardır Dickens. Profesyonel bir aktör gibi okurmuş metinlerini. İlk turneyi Clifton şehrinden başlatıp Brighton’da bitirir, kırka yakın şehirde seksen seans düzenler. “Depolarda, toplantı salonlarında, kitapçılarda, işyerlerinde, salonlarda, otellerde ve balo salonlarında” okur. Önce yüksekçe bir kürsüye çıkarak, sonra dinleyenler el hareketlerini daha iyi görebilsinler diye alçak sehpalarda okur yazdıklarını.

        Manguel’e göre bugün seyirciler müzik konserlerine ne için gidiyorsa, vakti zamanında Dickens’ın izleyicisi de onun için gidiyordu gösterilerine. Yazarı, bir oyuncu değil de bir yazar olarak izlemek! Bir karakter yaratırken yazarın sesini duymak ve yazarın sesiyle yazıyı eşlemek. Bazıları da batıl inançlarının peşine takılarak gelirmiş yazarı izlemeye zira onlar yazıyı “büyü” olarak gördüğü gibi yazarı da “büyücü” sanırlarmış. Yazarın yüzünü görmek, küçük bir tanrının, küçük bir dünyayı yaratan bir yaratıcının yüzünü görmek demekti.

        *

        Dickens’ın yaptığı işin bizdeki adı vakti zamanında çok yaygın olan “Edebiyat Matineleri”dir. Gelenek Cumhuriyetle birlikte başladı. Halkevleri, Edebiyat Fakülteleri ve İstanbul Şehir Tiyatrolarında ortaya çıktı. Basın destekledi, etkinlik hızlıca popülerlik kazandı. Bizde kalabalık önünde şiirlerini ilk okuyan şair Enis Behiç Koryürek’tir. Onu başka şairler takip etti. Başlarda edebiyat günü”, “edebiyat gecesi”, “şiir matinesi”, “şiir günü”, “şiir gecesi”, “sanat matinesi”, “sanat günü” ve “sanat gecesi” denmiş, sonunda bu faaliyetin ismini Necip Fazıl Kısakürek “Edebiyat Matinesi” olarak koymuş ve öyle devam etmiş. Bu matineler, 1940’lardan itibaren oldukça yaygınlaşmış.

        Erol Gökşen’in “Edebiyat Matineleri” kitabında var; Halil Soyuer, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde düzenlenen bir matineye Yahya Kemal’in katılmasını şöyle anlatır:

        “Salona girişimiz esnasında, alkışların yoğunluğundan salonun yıkılacağını düşündüm. Herkes ayakta, büyük şairimizi coşkuyla alkışlıyordu. O da bu samimi sevgiye, elleriyle gönderdiği öpücüklerle karşılık vermiştir.”

        1950’li yıllarda edebiyat matinelerinin neredeyse değişmez bir kadrosu vardır; Sabahattin Kudret, Özdemir Asaf, Oktay Akbal, Haldun Taner, Attila İlhan, Behçet Necatigil, Salâh Birsel, Asaf Halet Çelebi, Nezihe Meriç, Tahsin Yücel, Edip Cansever… O sırada bu şairlerin yazarların hemen hemen hepsi otuzlu yaşlardadır. Salâh Birsel’in aktardığına göre “edebiyat matineleri” o yıllarda özellikle okullarda yaygınlaşmış, şairler, yazarlar o liseden bu liseye koşturarak ürünlerini öğrencilere okurlar. Matine düzenlemek isteyen okulların bu işle görevli talebeleri, o sırada Babıali’de bir basımevinde çalışan Özdemir Asaf’ı bulur, haber buradan bütün edebiyatçılara yayılır.

        Şiir ya da hikâye, o zamanlar şimdi olduğu gibi matbu bir şekilde okurun ayağına hemen gitmiyor; onu yazan yazarlar onları alıp okurun ayağına götürüyordu.Amaç geniş yığınları edebiyatla tanıştırmaktı. Yaşı daha genç edebiyatçılar ise bu tür matinelere katılma imkanından yoksundu. Bu yüzden de bu etkinliğe şiddetle karşı çıkar, bu toplantılara katılan şair ve yazarları “matineci şair” veya sadece “matineci” diye küçümserlerdi.

        “Matineler” çok tutulup gazetelere de haber olunca, ünlü yazar ve şairler de katılırlar bu tür etkinliklere.

        Doğan Hızlan, bu matinelerin yıldızlarından birisi olan Attila İlhan’ı şöyle anlatır:

        Boynunda kaşkolu, çerçevesiz gözlüğü ile sahneye çıkıp yazdığı aşk şiirlerini okumaya başladı mı, gelenler gözlerini sahneye diker, çıt çıkarmadan öylece ona bakarlardı! Daha şiirini okumaya başlamadan önce şık giyimiyle okurları etkiler, sonra sahneye olan muazzam hâkimiyeti ve ustalıklı okuyuş tarzı ile herkesi büyülerdi. Sahneye çıkıp dinleyicilerini gördüğü anda hangi şiirlerini okuyacağını, onları nasıl etkileyeceğini hemen belirlerdi. Okurunun, dinleyicisinin duygularını etkilemeyi çok iyi bilirdi!”

        Salâh Birsel, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabında Türk Edebiyatçılar Birliği’nin 2 Nisan 1956 tarihinde Tepebaşı Dram Tiyatrosu’nda yapılan olaylı edebiyat matinesini anlatır o şıngır mıngır üslubuyla. Matinenin açılışını Yakup Kadri Karaosmanoğlu yapar, Ahmet Hamdi Tanpınar ile Nurullah Ataç da birer konuşma yapar. Ahmet Kutsi Tecer, Ercüment Behzat Lav, Zeki Ömer Defne, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Baki Süha Ediboğlu, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, Necati Cumalı, Özdemir Asaf, Kâmran S. Yüce şiirlerini okurlar.

        “Matine dışı” kalmış aralarında Demirtaş Ceyhun, Cemal Hoşgör, Hasan Pulur, Asaf Çiğiltepe, Fikret Hakan gibi genç şair ve yazarlar matineyi protesto etmek için salona girerler. Yanlarında “Matine dörüterleri esselâmün aleyküm!” pankartı ve çalmak için borazan vardır. (Nurullah Ataç, “sanatçı”ya “dörüteri” gibi Öztürkçe bir karşılık bulmuş o sırada!) Behçet Kemal Çağlar konuşunca protestocular onu “yuhalar, bir anda “matine” karışır. Protestocuların arasında şair kılığına girmiş bir de muhbir-polis vardır. Hepsini alıp karakola götürürler. Haber gazetelere, “matineyi komünistler bastı” diye yansıyınca olay büyür, Ankara girer devreye. Bu hadiseden sonra da “matinelerin” sonu gelir.

        *

        Alberto Manguel, günümüzde yerini “imza günlerine” bırakmış olan “edebiyat matinelerini” yazarların nesillerini sürdürme yeri olarak görür. Her yazar başka bir yazar doğurur çünkü.