Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Oray Eğin Entelektüel bir yeme-içme şehri

        Montreal

        Bu sene yılbaşını şehre bir buçuk saat mesafedeki Morin-Heights adlı bir kasabada, Denys Arcand’ın “Barbarian Invasions” filmindeki benzer bir göl evinde geçirdim. Kanada kışı olduğundan akşam vardığım evin ufkunda sadece büyük bir karanlık vardı, sabah camdan baktığımdaysa bembeyaz bir örtü. Joni Mitchell’ın “River” şarkısında kaymak istediği gibi bir nehir adeta; tek farkı karlar altında bir göl olmasıydı. Yazın insanların yüzdüğü, sandallarıyla gezindiği nehri kışın kar örtüsü altında görmek, Joni Mitchell’dan fazlasıyla etkilenen Taylor Swift’in plajda kar yağışını tarif ettiği gibi “tuhaf ama ‘fucking’ güzel.”

        Davet sahibi küçücük bir kulübe olarak aldığı bu göl evini genişletmiş, komşu evi bir chalet’ye dönüştürmüş. Köpekler zaman zaman dışarı çıkmak istedikleri için camın kenarında bekliyor, o soğuğa aldırış etmeden dolanıp geri geliyorlar. Evde sürekli şömine yanıyor ve mutfakta bitmek bilmeyen bir faaliyet var.

        Ben dışarıya adımımı bile atmak istemiyorum. Oysa hava mevsim normallerinin üzerinde ve göl kenarında dolaşmak iyi bir fikir olabilir. Ama sadece Joni Mitchell dinleyip camdan bakmak yetiyor. Her ne kadar California’da yazılmış olsa da “Blue” albümünü bu evde, bu camın önünde donmuş ve daha aylarca çözülmeyecek göle bakarak daha iyi anlıyorum.

        Evde yılbaşı partisi için özel alınmış bir projektör odaya yıldız ve aurora borealis efektleri yansıtıyor; neredeyse gerçeğine yakın. Birkaç gün sonra, şehrin içinde otomobil sürerken yeşil ışıkları göreceğim.

        NEDEN MONREAL’E GELİNİR

        Bir insan Montreal’e neden gelir? Bu sorunun ikna edici bir açıklaması yok.

        İyi hoş ama insanın dünyada gidilecek onca şehir varken ziyaret etmek isteyeceği bir yer değil Montreal. Amerikalı olmaya özenmiş bir Avrupa şehri denebilir. Ya Avrupalı olmaya özenmiş bir Amerikan şehri. Daha pasaport memurunun “Bonjour hi” diye karşıladığı iki dilli, çok kültürlü şehirde Notre-Dame kilisesi de var, Amerikan ailelerinin toplu halde alışveriş yaptığı Costco zincirinin şubesi de. İnsan ikisi dünyayı aynı anda ister mi, bilmiyorum. İmkanı olan Avrupa’yı Avrupa’da, Amerika’yı Amerika’da tecrübe etmeli sanki.

        2000’lerin ilk yarısında film festivalinde izlediğim “Barbarian Invasions” sayesinde bütün Montreal’lilerin filmdeki karakterler gibi bilgili, entelektüel, derinlikli insanlar olduğuna ikna oldum. Montreal’e gidince bunun büyük ölçüde doğru olduğunu gördüm.

        Şehirde dört büyük üniversite var. Kuzey Amerika’da nüfusa göre en fazla üniversite öğrencisi burada. Hem akıllı şehir sıralamalarında en yukarılarda yer alıyor, hem de en entelektüel kentlerden biri olarak biliniyor.

        Büyük Amerikan şehirleri gibi bir koşuşturma yok, bazı Avrupa kentleri gibi dışlayıcı değil. İnsanların Montreal’i bu kadar sevmelerinin bir nedeni bu olsa gerek. Cafe’lerinde kulak misafiri olduğum sohbetler de bu havayı yansıtıyor. İnsanların ne konuştuğunu görmeseniz, sadece çekip üzerine derinlikli altyazılar ekleseniz bile, görüntülerinden bu cümlelerin altını doldurabilecek karakterler olduğunu anlıyorsunuz.

        MÜDAVİMİ OLUNACAK MEKANLAR

        Bunu en çok hissettiğim yer Leméac adlı bir Fransız lokantası oldu. Montreal’de olduğumu öğrenen Hülya Ekşigil bana uzun bir liste yolladı, sırayla üzerinden geçerken bir akşam burada yedim. Daha sokaktan içeriye bakarken sanki yıllardır aradığım lokanta burasıymış gibi geldi, kapıdan içeri girer girmez de buranın yıllardır müdavimiymişim gibi hissettim.

        Girişte mimar Luc Laporte’u “son dürüst insan” olarak tanımlayan bir makale asılı. Laporte şehirdeki birçok lokantanın mimarı. 2001’de açılan Leméac’ta tahta iskemleler, mermer masalar, bir dönem İstanbul’unun şık apartmanlarının lobilerinde kullanılan paledyen zemin uygulamasıyla girer girmez insanı içine alan bir yer yaratmış.

        Mimar bir lokantanın ruhu için ne kadar önemli. Laporte geçici, dönemin içinde hapsolmuş, bir ara şaşalı sonra demode olan bir yer yaratmamış. Her yaptığı yer bir klasik. Bu bir entelektüel “look,” bir mimari duruş.

        Leméac da bin yıldır oradaymış, o şehre aitmiş gibi duruyor. Ama Montreal’de değil, bir başka şehirde de olabilirmiş gibi evrensel. Arcand’ın film karakterlerinin farklı masalarda entelektüel sohbetler yaptığını hayal ettim. Ya da eski Türkiye’de AKM öncesi bir grup yazar-çizerin sosyalizm üzerine konuştuklarını.

        Yine Laporte’un tasarladığı ve bütün dünyada bilinen Montreal’le simgeleşmiş asıl lokantaysa L’Express. Burası için Paris dışındaki dünyadaki Fransız bistro’larının atası denebilir; hepsi L’Express’in paltosundan çıktı. Daha adını duymadan, önünden geçerken içine girmek istedim. Mekan mıknatıs gibi beni kendisine çekti. “Buranın da Balthazar’ını buldum,” diye espri yapıyordum. Meğer New York’ta bugün Frenchette’i işleten Balthazar’ın kurucu şefleri Montreal’liymiş; her mönü hazırladıklarında akıllarına L’Express’in geldiğini söylüyorlar. Montreal’li şef David McMillan burada 500 kere yemek yediğini ve hep aynı şeyi sipariş verdiğini anlatıyor New York Times’a.

        Montreal’deki lokanta masalarında entelektüel düzeyi sohbet ve sanat konuşulduğunu varsaymam da boşuna değil. L’Express ciddi bir tiyatro ortamının olduğu kentte sanatçıların programına uygun hizmet vermek için tasarlanmış; mutfak sabaha karşı 2-3’e kadar açık. Arcand’ın bir diğer filmi, “Jesus of Montreal” de şehirdeki tiyatro dünyasında geçiyor. Bu filmleri izleyerek ben kendimi bu lokantaların müdavimi olmak için yeterli sınavı verdiğimi varsayıyorum.

        NELER YENİR

        Leméac ve L’Express sadece düzgün yemek değil, mükemmel yemek sunuyor. İlkine üç gece arka arkaya gittim, diğerine iki kere öğlen yemeğine. Çünkü mükemmel bir-iki yer bulduktan sonra yeni arayışa ne gerek var?

        Ancak Montreal’de çok iyi lokantalar var. Eski limana yakın Monarque daha modern ama yine kusursuz; altında ratatouille olan kuzunun yumuşaklığı ustalık işi. Mikado galiba 1 Ocak’taki açık tek yerdi ve bir tane şef her masaya yetişmeye çalışıyordu, ama öyle bir günde bile kusursuz bir Japon mutfağı sundu.

        Listeyi uzatmak mümkün, zaten Google haritalarım “pin” dolu. Ama aklımda L’Express’te masaya getirilen kornişon turşuları hardallı bagetin üzerinde koyup yemek var. Leméac’ın patates kızartmalarını düşünüyorum. Bir akşam sadece salata yedim, üzerinde bir göğüs tavuk vardı. Nasıl dünyanın en sıkıcı etini böyle akılda kalıcı yapabildiklerini hala çözmeye çalışıyorum.

        L’Express’te karides ve chorizo’lu risotto’yu iki kişi son domates damlasına kadar hızlıca sıyırdık. Leméac’taki ağır konsomenin üzerinde yüzen ravioli’lerin etrafındaki çıtır çıtır mantarlar, çam fıstığı ve roka yapraklarını yeniden sipariş vermek istiyorum. Bu yemek sadece kışın yeneceği için de eski 20 derecede yeniden Montreal’e gidilir mi diye düşünüyorum.

        Bir insan Montreal’e neden gider? Yeme içmeye tabii ki. Gittikten sonra öğrendim ben de.