Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Polemik “Üç Yıldız Bir Penaltı”

        KÜRŞAD OĞUZ

        Yapı Kredi Yayınları tarafından yakında piyasaya verilecek olan“Üç Yıldız Bir Penaltı”da Emekli Koramiral Atilla Kıyat, çocukluğunu ve “üç yıldız bir penaltı” ile ödüllendirilen kırk üç yıllık üniformalı hayatını anlatıyor.

        Kitap, Kıyat’ın İzmir’de geçen çocukluk yıllarıyla başlıyor. Deniz Lisesi, Harp Okulu Yılları ve Deniz Harp Akademisi derken Kıbrıs Barış Harekâtı yılları geliyor. Yüzbaşı rütbesiyle adada görev yapan Kıyat, kitabın bu bölümünde harekât sırasında başından geçenleri ve karacı askerlerle “karargâh yeri” üzerine yaşanan çekişmelerini anlatıyor. 43 yıllık meslek yaşamı boyunca pek çok yurtdışı görevde bulunan Kıyat, 1995 yılında Brüksel’e NATO-Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanlığı’na atandı. 1987’de Tuğamiral, 1991’de Tümamiral ve 1995’te Koramiral rütbelerine terfi eden Kıyat, son olarak Kuzey Deniz Saha Komutanlığı görevindeyken, 1999 yılında kadrosuzluktan emekli edildi. Kıyat, 2000-2003 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü Yönetim Kurulu’nda Asbaşkan ve Basın Sözcüsü olarak görev yaptı.

        Atilla Kıyat kitabında, anılarına giren insanlardan söz ederken bazı yerlerde isim vermiyor. Bunu şöyle açıklıyor: “Varlıklarından haberdar olmanızı istediğim kişilerin adlarını öğreneceksiniz. Diğerleri adsız kalacak. Bunları bulmak için kafa yormayın. Bırakın adsız kalsınlar. Adsız kalmamak için neler yapılması, neler yapılmaması, okuyacağınız satır aralarında gizli.”

        İşte “Üç Yıldız Bir Penaltı”dan, yakın tarihe ışık tutacak bölümler. Bu bölümlerde hafızanızı tazelemesi için bazı isimleri biz verdik…

        27 MAYIS 1960’DA DENİZ HARP OKULU’NDA…

        Türkiye’de hükümeti protesto gösterileri iyice artmıştı. Komutanlarımız tarafından bize bu konuda hiçbir bilgi verilmiyordu. 19 Mayıs gösterilerinin iptali ve hafta sonları izne çıkarılmayışımızdan durumun ciddi olduğunu değerlendiriyorduk. Kara Harp Okulu öğrencileri Ankara’da bir yürüyüş yapmıştı, başlarında komutanlarıyla… Bizse adada okulun parmaklıkları arkasında hapsolmuş gibiydik. Ve 27 Mayıs günü geldi. Türkiye’de ihtilal oldu ve silahlı kuvvetler yönetime el koydu. Çorbada hiç tuzumuz olmadığı duygusuna kapıldık. Okulun subaylarından birinin, “Yazıklar olsun size, bahçede dolaşırken Osman Paşa Marşı’nı ıslıkla çalmayı bile akıl edemediniz” demesi bardağı taşıran son damla oldu. Okul silahhanesini basarak silahlara el koyduk. Mermisi olmayan, törenlerde kullandığımız bu silahlarla ne yapmayı düşünüyorduk, şimdi bile bilemiyorum. Tabur komutanımız ve sınıf subaylarımız, Deniz Eğitim Komutanı amiralin, okula gelerek bize hitap edeceğini, bize de askeri idare içinde bazı görevler verileceğini söylediler. İkna olduk ve silahları aldığımız gibi, tekrar silahhaneye bıraktık.

        DONANMA GEMİSİNİ SİVİL USTA KURTARDI

        Kısa bir süre sonra Rumlar Kıbrıs’ta katliama başladılar. Bütün donanmada izinler kaldırıldı ve donanmanın Mersin ve Çanakkale’ye intikaline karar verildi. Biz Mersin’e intikal edecek gruptaydık ve gece yarısı limandan ayrılacaktık. Her seyirden önce yapılan rutin kontrolleri yapıyorduk. Dümen sisteminin çalışmadığını gördük. Başta komutan olmak üzere geminin bütün subayları ve teknik astsubaylar arızanın giderilmesi için çalışmaya başladık. Bir müddet sonra bize diğer gemi komutanları ve tersaneden mühendis subaylar da katıldı. Ne yapsak olmuyordu ve maalesef Mersin’e gidecek gemiler limandan ayrıldı. Gemi komutanı ve tabii bütün personel böyle bir göreve katılamadığımız için kahrolmuştuk. Çalışmalarımıza devam ederek sabahı ettik. Sabahleyin tersaneden sivil bir usta geldi. Onun arızayı gidermesi yalnızca 10 dakika sürdü. Mahcubiyetin ağır bastığı karmakarışık duygularla ikinci grup gemilere katıldık ve Çanakkale’ye gittik.

        “BURASI TATİL YERİ Mİ?”

        Her iki harekât bitmiş, adada silah sesleri kesilmiş. Maalesef süratle iç çekişmelere dönmüşüz. Bir tuğgeneralimizin başkanlığında yapılacak toplantıya çağrıldık. Masanın etrafında her rütbeden insan var. Denizci olarak Neşet İkiz Komutanım ve ben varız (Neşet İkiz, Deniz Piyade Alayı’nın kurucusu. Alayı, yalnızca Deniz Kuvvetleri’nin değil, bütün Silahlı Kuvvetler’in en disiplinli ve eğitimli alayı. Bu alay, adaya ilk çıkan ve diğer birliklerin güvenle sahile çıkabilmeleri için kıyı başını ele geçiren birlik. Bütün talimnameler, kıyıya çıkan ilk birliğin yüzde elli kayıp vereceğinin varsayılmasını yazarlar. Bu kahraman alay, Neşet İkiz’in evlatları, yalnızca üç şehit vererek bu görevi başardı. Hem de iki taburundan birinin, yokluktan, miğfersiz olarak adaya çımasına rağmen). Bunun bir teşekkür ve moral toplantısı olacağını düşünüyoruz. Meğerse biz denizcileri teşhir etme toplantısıymış. Generalimiz toplantıya, herkese elindeki Günaydın gazetesini göstererek başladı. Gazetede bahriye erlerinin denize girerken çekilmiş resimleri vardı. “Ne bu rezalet, burası tatil yeri mi, komutanlarımız bizi savaşta biliyor, bu resmi görürlerse ne düşünürler, denize donla girseler neyse, hepsinin mayosu var, hazırlıklı gelmişler” diye bağırıyordu general. General hızını alamamış devam ediyor. “Limanda o takunya gibi gemileriniz var ya” –kendisini ve zırhlı birliklerini adaya çıkartan ve denizi geçerken gıkını çıkaramadığı gemileri kastediyor- “onların personelinin kıyafetleri rezalet, saçları uzamış, sakalları uzamış bu ne disiplinsizlik?” Neşet İkiz’le tekrar göz göze geliyoruz, bu sefer ya sabır değil. Önce ben sazı ele alıyorum. “Komutanım, unutmayın Kıbrıs’a o takunya dediğiniz gemilerle geldiniz…” Bu giriş taksiminden sonra sahneye assolist çıktı: Amfibi Alay Komutanı Neşet Gür. “Biz adada 30 binin üzerinde karacının içinde yalnızca 700 denizciyiz. Aksi olsaydı sizleri başımızın üstünde gezdirirdik. Ama bilesiniz ki, adadaki en kıdemli deniz subayı Albay Kemal Altınbaş’tan, benim ikinci tabur, üçüncü bölüğümdeki en kıdemsiz ere kadar, sizi sevmiyoruz, sizi saymıyoruz. Üçüncü bir harekat olursa bunları bilerek planlayın ve bize ona göre komuta edin.”

        KIBRIS HAREKATI’NDA KARARGÂH GERİLİMİ

        Daha karargâhımızı kurduğumuz günden beri, adadaki karacı komutanlarımız “Böyle karargâh olmaz, burayı derhal boşaltacaksınız demeye başlamışlardı. (Müsait iki otelden Rock Ruby’yi karargâh yapmış, Dome Otel’de ise yaşlı ve çocuklardan oluşan Rumları gözetim altında barındırmıştık) Bizse duymazdan geliyor, deniz kenarında bu kadar askeri barındıracak başka bir bina olmadığını söylüyorduk. Üzerimizdeki baskılar artıyordu. Her fırsatta bir karacı komutanımız geliyor, binayı terk etmemizi istiyor ve binayı orduevi yapacaklarını söylüyordu.

        “SAVARONA GİBİ GAYRET’İ DE YAKMASINLAR!”

        İzmir Tersanesi’nde malum nedenlerle yaptıramadığımız işleri Gölcük Tersanesi’nde yaptırdık. NATO Akdeniz Çağrı Kuvveti’ne katılmak üzere hazırdık. Seyirden önce, varsa, emirlerini almak üzere donanma komutanını ziyaret ettim. Önce kurmay başkanı amirale uğradım. Bana, Yalova Merkez Komutanlığı’nın iki el telsizine ihtiyacı olduğunu ve bunları yurtdışından alıp getirmemi söyledi. Ben, “Lütfen bu telsizleri yurtdışındaki ataşeler kanalıyla aldırın. Bu gemiyle Türkiye’ye bir topluiğne bile gelmeyecek” dedim. Sinirlendi… Donanma komutanının yanına girdim. Kimse bana tatbikatla ilgili ne bir soru soruyor ne de bir talimat veriyordu. Söz dönüp dolaşıp, yurtdışından ne getireceğimize, daha doğrusu hiçbir şey getirmeyeceğimize geliyordu. Donanma komutanı bir taraftan beni kutluyor, bir taraftan da endişelerini dile getiriyordu. Hem de ne endişeler. “Kıyat Yarbayım, yıllar süren bir alışkanlığa bir anda son veriyorsun. Aman dikkat et, önemli cihazların başına ikişer nöbetçi koy, Savarona’yı yaktıkları gibi Gayret’i de yakmasınlar” sözleriyle dile getirdiği endişeler. Kulaklarıma inanamıyordum. Donanma komutanı, personelin mağdur olduğunu ve bu nedenle gemiyi bile yakabileceklerini düşünüyordu.

        SAVARONA’DA SABOTÖR BİTMİYOR…

        TCG Gayret komutanlığından, TCG Savarona komutanlığına atanmıştım. Atatürk’ün yatı Savarona. 1979 yılı Ekim ayında büyük bir yangın felâketi geçirmiş. Daha doğrusu, gemi Heybeliada önlerinde bir sabotaj sonucu yakılmış. Bir gece önce ihbar alınmasına rağmen tehdit içeriden değil, dışarıdan beklendiği için yangın önlenememiş. Evet düşündüğünüz gibi. Savarona’yı kendi personeli yakmış. Şüpheliler var, kanıt yok. Nedense hiç belli değil. 1980 öncesi sağ-sol çatışmasının bir parçası olarak değerlendiriliyor. Şüpheliler, gittikleri yerde yakın takibe alınmak şartıyla başka görevlere atanıyorlar. Şimdi tek amaç, “teröristler hedeflerine ulaşamadılar” diye haykırmak üzere, gemiyi büyük bir hızla tekrar hizmet verebilecek hale getirmek.

        …Gemi Gölcük Tersanesi’ne çekilmiş. Onarım etkinlikleri başlamış. Ama maalesef gemide hâlâ sabotörler var. Geminin bir daha kullanılamayacak hale gelmesi için her şeyi yapmaya hazırlar. Gemiyi kalbinden vurmaya kalkıyorlar ve türbin devrini pervane devrine indiren dişlilere çelik saplamalar koyuyorlar. Gemi tersanede deneme amaçlı şaft çevirirken, Allahtan personel anormalliğin farkına vararak denemeyi durduruyor. Dişlilerin çok küçük bölümü çok az hasar görerek, bu sabotaj girişimi de atlatılıyor. Gene kesin kanıtsız birkaç şüpheli. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı da radikal bir karar alarak, gemi personelini, komutandan en kıdemsiz erine kadar toptan değiştiriyor. Bir hafta içinde.

        “İTALYA’YA İLTİCA EDERDİM…”

        Eylül ayı (1980) başında, bu sefer Harp Okulu öğrencileriyle seyre çıktık… 11 Eylül günü Çanakkale’ye demirledik… Akşam orduevinde, öğrenciler için verilen yemekte bir mesaj geldi. Heybeliada’ya dönmem emrediliyordu. O gece bir şeyler olacağını anladım. Gemiye dönmek üzere vasıta motoruna binerken, karargâh subaylarından biri, “Sabaha karşı saat dörtte radyoyu açın” dedi. O günlerde ihtilal söylentileri zaten ayyuka çıkmıştı. İhtilalin emir-komuta zinciri içinde olabileceği gibi, o günün ülkücüleriyle hemen hemen aynı kafada olan bir general önderliğinde olabileceği de dedikodular arasındaydı. İkinci şık beni ürkütüyordu. Kararımı vermiştim. Bu şıkkın gerçekleşmesi halinde, Savarona’yı bir başka ülkenin –İtalya’yı düşünüyordum- limanına götürecek ve oradan darbeye muhalefet edecektim.

        …Sabaha karşı, Silahlı Kuvvetler’in ülke yönetimine el koyduğunu belirten bildiri radyodan okundu… Tamamen emir-komuta zinciri içinde yapılmıştı ve herhangi bir zümre adına değildi. Bu ihtilalin yapılması kaçınılmazdı. Bütün demokratik yapıma rağmen böyle düşünüyordum. Ama 12 Eylül yönetiminin daha sonra yaptıklarını o gün görebilseydim, TCG Savarona ve Deniz Harp Okulu öğrencileriyle İtalya’ya iltica ederdim.

        HARP OKULU’NDA GÖSTERİ İÇİN HANGİ TİYATROCU PARA İSTEDİ?

        Sizlere hemen hemen her ay bir iki kere sinema salonumuzda (Komutanı olduğu Deniz Harp Okulu’ndan bahsediyor) verilen konserlerden, bale gösterilerinden ve tiyatro oyunlarından da söz etmeliyim. Devlet Opera ve Balesi, Levent Kırca, Yıldız Kenter (Kenterler), Ferhan Şensoy (Ortaoyuncuları) ve Haldun Dormen (Dormen Tiyatrosu) bu etkinlikler içinde yer almışlardı. Levent Kırca’nın Dünya Tiyatrolar Günü’nde yani bütün oyuncuların perdelerini izleyicilere ücretsiz olarak açtığı günde, Deniz Harp Okulu’na ücret alarak geldiğini ve oyun sonrasında verdiğim kokteylde, şaka yollu da olsa, bunu kendisine hatırlattığımı anımsıyorum.

        “MÜCEVHER GİBİ BİR ŞEY ALSANIZ…”

        Eşim, filodaki komodor ve gemi komutanlarının eşleriyle donanma komutanının eşinin vereceği çaya gidecekti. Giderken ev sahibine bir hediye götürmek gerekirdi. Son zamanlarda maalesef bu hediye işi fazla abartılmıştı. Filo komutanı eşleri daha değerli hediyeyi götürmek üzere birbirleriyle yarışıyorlardı. Tabişi hediye paraları personelden toplanıyordu. Eşime bu yarışın içine girmemesini, Paşabahçe’den 24 şampanya bardağı alarak götürmesini söyledim. Personel bir “ohh” çekti. Birilerinin ise “offf” çektiğini akşam eve gidince öğrendim. Donanma komutanı kurmay başkanının eşi, telefonla eşimi aramış, hediyenin 24 bardak olduğunu öğrenince, “Hanımefendi cam eşyadan hoşlanmaz, mücevher gibi bir şey alsanız” demiş. Eşim bu konuşmayı bana aktarınca, “Bardaklara devam” dedim.

        ÇİLLER DÖNEMİNDE KOMUTANLARIN GÖREV SÜRESİ NEDEN UZATILDI?Türkiye’de Çiller devri. O yıl Genelkurmay başkanı değişmiş, kuvvet komutanlarınınsa görev süreleri bir yıl uzatılmıştı (O dönem Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Deniz Kuvvetleri Komutanı Vural Beyazıt, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Halis Burhan, Jandarma Genel Komutanı Org. Aydın İlter’di) Deniz Kuvvetleri komutanlığına geldiği ilk günden beri donanma komutanına, “İki yıl sonunda görevi sana teslim edeceğim, merak etme, herhangi bir uzatmayı kabul etmeyeceğim” diyen komutanımızın görev süresi bir yıl uzamıştı. Bu uzatmalarla ilgili kamuoyuna iki gerekçe söyleniyordu: Birincisi terör, ikincisi ise Türk-Yunan ilişkileriydi. Benim kafamdaki gerçek ise Çiller ile komutanlar arasındaki uyumdu. Neyse, biz gene onların ileri sürdüğü gerekçelere bakalım. Terör. Hiç başımızdan eksilmeyen bir bela. Terör, komutanların değişmesine engel bir olaysa, komutanların bugün hâlâ görevde olmaları gerekirdi. Ayrıca o gün kamuoyu şunu da sorguluyordu: Peki terörle mücadele için Kara ve Hava Kuvvetleri komutanlarının görev süresinin uzatılmasını anladık da, Deniz Kuvvetleri komutanı ne alaka?

        Gerçi bir deniz piyade taburu güneydoğuya gönderilmişti. Gerçekten ihtiyaç mıydı, yoksa “ne alâka” sorusuna cevap olarak mı gönderilmişti bilemem. Ama amfibi harekatta ilk dalgada çıkmak ve kıyı başını tutmak görevine yönelik yetiştirilen bu taburun, güneydoğuda, hiç bilmediği bu coğrafyada daha ilk gecelerinde dokuz ya da on bir şehit verdiğini biliyorumç. Sonra da hiç şehit vermeden bu görevi başarıyla yaptığını da. Komutanların görev sürelerinin bir yıl uzatılmasına gösterilen ikinci gerekçenin Türk-Yunan ilişkileri olduğunu söylemiştim… Biz Harp Filosu Komutanlığı olarak savaşa hazırdık. Komutanları olarak ben, böyle bir savaşın çıkacağına inanmıyordum; ama Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi benimle aynı fikirde değildi. Savaşın çıkacağına inanmaktan öte, çıkmasını da ister bir haldeydiler. Deniz Kuvvetleri komutanının, “Nasıl olsa günün birinde savaş çıkacak, niçin benim zamanımda çıkmasın” dediğini işittim…

        ORDUEVİNİN AŞÇISI NEDEN İŞTEN ATILDI?

        1993 yılında ben Hücumbot Filosu komutanıyken, anımsayacaksınız İstanbul’da bir garnizonda Genelkurmay başkanına (Org. Doğan Güreş’ten bahsediyor) zehirli kahve sunulmuştu. Bunun PKK’nın işi ve kahveyi yapan erin de güneydoğulu olduğu söylenmişti. Bence büyük bir hata olarak, bu olaydan sonra, bütün güneydoğulu erlere potansiyel suçlu olarak bakılmaya başlanmıştı. Ayrıntılarını yazmayayım ama Silahlı Kuvvetler içinde ayrıcalıklı bir uygulamaya geçilmişti… Aynı günlerde Kuzey Deniz Saha komutanı, sırf güneydoğulu diye, Sarıyer Orduevi’nin 20 yıllık aşçısını işten atıyordu.

        EMEKLİLİĞİNİ İŞ ADAMLARINDAN ÖĞRENDİ…

        Ben emekli olacağımı, hem de şûradan üç ay kadar önce (1999 yılı), iki ayrı sivil iş adamından öğrendim. Birincisi, biraz da haddini aşarak bu haberi verdi. Haddini aştığının farkında olsa gerek. “Amiralim, şimdi size bir şey söyleyeceğim, beni kovacaksınız” dedi. “Bakın, vatan millet Sakarya ve dürüstlükle terfi edilmiyor, terfi etmek istiyorsanız kuvvet komutanı ve donanma komutanının samimi olduğu işadamlarıyla samimi olacaksınız, kusura bakmayın ama bunu yapmazsanız emekli olacaksınız” deme cüretini göstererek devam etti… Tabii ki terfiler onun dediği yolla olmuyordu, belki de çok safım ama komutanlar işadamlarına maalesef bu izlenimi vermişlerdi. Esas düşündürücü olan buydu.

        DEPREMDEN KURTULUŞ…

        Donanma Komutanlığı devir teslim töreni, 16 Ağustos 1999 günü Gölcük’te yapılacaktı. Biz de davetliydik. Eşime veda kokteylinden sonra eve gittiğimizde, “Hadi büyüklük bizde kalsın, pazartesi günü Gölcük’e gidelim” dedim. “Sana bir sürprizim var, yarın sabah Bodrum’a uçuyoruz” dedi. Ertesi gün Bodrum Havaalanı’nda, Brüksel’de birlikte bulunduğumuz Büyükelçi Uluç Özülker bizi karşıladı. Üç güzel gün geçirdik. Ta ki 17 Ağustos sabaha karşı saat üçü çeyrek geçe cep telefonumuz çalıncaya kadar. Uyku sersemi, karımın, “Ne, deprem mi” dediğini duydum… Uçağa bindik. Hiçbir uçuşta rastlamadığım ama hostes olduğunu bildiğim, emekli bir denizci albayımızın kızı, oturduğumuz yere geldi. “Atilla Amca, Nil teyze, felaket, Gölcük yerle bir. Orduevi de yıkılmış, tanıdıklardan çok ölü var” dedi… Daha dört gün önce veda kokteylimde birlikte olduğumuz ağabeylerim, kardeşlerim yoktu. Birçok silah arkadaşım yoktu. Üzülmek ne kelime, kahroluyordum. Ama işte tam o sırada, başta eşim ve çocuklarım olmak üzere, yakın akrabalarım, dostlarım, arkadaşlarım gözümün önüne geliyordu. Ben terfi etseydim o gece hepsi Gölcük’te olacaktı. Benim emekliliğim onları kurtarmıştı.

        Bahriye hayatım, beni ömür boyu ikilem içinde bırakacak depremle noktalandı. Bu hayat, “üç yıldız bir penaltı”yla ödüllendirildi. Atışı kullanmadım. Kaçırsam üzülemeyecektim. Gol olsa sevinemeyecektim.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ