Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Bir destan gitti

        HT CUMARTESİ/ALİ ESAD GÖKSEL

        Sene 1995 olmalı, Antalya’dayız. Zaman erken ilkbahar, şehrin göbeğindeki Falez Otel’de kalıyoruz. Bu oteli özellikle tercih etmemizin sebebi Antalya Arkeoloji Müzesi’nin tam karşısında oluşu. Sık sık oğlumla birlikte müzeye geçip saatlerce gevezelik ediyoruz. Aliş daha 5 yaşında. Müzenin paha biçilmez, nerede ise üst üste yığılı envanteri nefes kesici. Klasik Yunan veRoma dekoru ikimiz için de bir deneme sahnesi: Ben içimdeki çocuğu besliyorum, Aliş de bana babalık stajında. Çok ama çok gülüyoruz... Otel nerede ise bomboş. Her türlü nazımız çekildiği için çok utanıyoruz. Her işimizi kendimiz yapma muradındayız. Sabah mahmurluk seansımız bitmemiş. Koca kahvaltı salonunda her zamanki gibi yer seçme münakaşaları... İçerisi boş ya. İki üç tur atılıyor. Nihayet uzlaşıyoruz. Karşı karşıya oturuyoruz ama ben koltuğumu bahçeye çevirmiştim. Aliş ise salonun dibine ve garsonlara dönmüş yüzünü. Oğlum her iki dakikada bir garsonları çağırıyor. İsimlerinini öğrendiği için de adları ile sesleniyor: “Ahmet Ağabey!”

        SİMİT SERVİSİ

        Üstelik küçük hacminden umulmayacak yükseklikte bir ses ile. Söyleniyorum, “Bağırıp çağırma, ayıp! İnsanlar rahatsız oluyorlar, servis masasına git, kendin al getir” diye... Oysa onun derdi gazetelerini okuyan ve konuşmayan babası yerine ikame bir yaren: “Rahatsız olmuyorlar. Hem zaten salon boş.” Doğruya doğru. Devasa salonun çapraz köşesinde yaşlıca bir çift oturuyor sadece. Adam iriyarı. Sırtını görüyorum. Kadını ise, ince yüzünün yanından. Sessizler. Arada hafiften ve uzaktan kısık gülüşmeler... O kadar. Benim gibi onlar da “Erken mart güneşine” teslimler... Bir süre sonra, Aliş de ümidini ve sesini kesiyor. Resim yapmaya başlıyor. Yalnız sabit aralıklarla benden simit istiyor. Bence sırf âdet yerini bulsun, konuşacak bahane olsun diye... Cevap vermiyorum. Fakat o da ne? Aniden masanın başında tanıdık gibi ama tanımadığım bir ses: “Aliş, simidini getirdim. Masaya bırakayım mı, bizim masada mı yersin?” Dönüp bakmamla birlikte ayağa fırlamam bir oluyor. “Yaşar Bey, rica ederim” diye kekeliyorum. “Yahu, rica falan etme, adamın simidini ver!” Koskoca Yaşar Kemal, tepemden bakarak gürültülü bir kahkaha patlatıyor. Ben ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmez haldeyim. Ama Aliş biliyor. Yaşar Kemal’in elinden tutarak onların masasına yollanıyor. Şaşkınım. Utanıyorum. Mutluyum. Büyük Adam’la tekrar karşılaştık ya...

        İSTANBUL “EŞRAF” LOKANTASI

        Yaşar Kemal ile ilk karşılaşmamız ise ta lise yıllarıma denk geldi... İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken yaz tatillerinde yan gelip yatmak olmazdı. Favorim dedemin “Meserret Oteli” idi. Sirkeci ve Vilayet arasında kıvrılarak uzanan Ankara Caddesi’nin tam ortasında yer alan bu otel özel bir adresti. Meserret, zamanın “Bab-ı Ali Yazarları” daha doğrusu şöhretleri için bir nevi kulüp idi. Kimler kimler vardı? Daha doğrusu kim yoktu ki... Bir gün “Aşık Veysel” ile tanıştığımı hatırlıyorum. “Aşık” benimle sohbet etmiş, yanağımı okşamıştı. Etrafımdakilerin birbirleri ile münasebetleri benzersiz bir okul gibiydi. Bir gün öğleden sonra olmalı dev gibi birisi geldi. Dedem ayağa kalkınca dikkatimi çekmişti. Genellikle doğrulur gibi yapar, geleni tokalaşırken çekiverir yanına oturturdu. Dönüp bana el ettiklerinde merakla seyirttim. Dedem beni konuğuna tanıştırdı. Sonra bana donerek, “Yaşar Kemal Bey, unutma” dedi. Dev bana eğildi, tashih etti: “Yaşar Amca”... “Dev’in tek defaya özgü hali” o yaşta bir çocuk için bile unutulamazdı...

        ‘REZİL, HÂLÂ BEY DİYOR!’

        Antalya’da, “Yaşar Bey Meserret’i hatırlar mısınız” diye, özet özet anlattım. Sessizce dinledi. Başını salladı. Yüzünden geçen belirsiz bir hüznün arkasından nefeslendi. “Rezil, hâlâ Yaşar Bey diyor! Yahu artık öğren, adım Yaşar Ağabey!” Aliş onların masasına yerleşmişti. Aliş, bir hafta boyunca benimle kahvaltı etmedi. “Ne konuşuyorsunuz” diye sorduğumda, “Her şeyi” diyordu. Merakla “Mesela” diye sıkıştırınca cevabını bugün bile hatırlıyorum: “Birbirimize gördüklerimizi anlatıyoruz!” İstanbul’a dönerken uçakta ansızın bana soruvermişti: “Yaşar Kemal ne iş yapıyor?” “Destan yazıyor” dedim. “O ne demek” diye üsteleyince, “Bize ait masallar” diye geçiştirmiştim. Yalan mı? Geçen hafta, Londra’da okuyan oğlumu arayıp, Yaşar Kemal’i haber verdim. “Biliyorum”, dedi. İkimiz de sustuk. “Keşke bir fotoğraf çekmiş olsaydık” dedim. “Sen hatıra fotoğrafı sevmezdin ki. Bilindik entelektüel hastalığı” diye söylendi. Haklıydı. Ne iyi olurdu... İki bin beş yüz yıl sonra bu topraklara gelen “ikinci dengbej” ile bir siyahbeyazımız olsa idi...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ