Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Alihan Mestci, Nazan Ölçer’den Sakıp Sabancı portresinin hikayesini dinledi

        Alihan MESTCİ/HT PAZAR

        amestci@haberturk.com

        İstanbul’un geçen 10 yılı bir ajandada tutulduysa eğer, en parlak başlıklar arasında muhakkak Picasso, Dali, Rembrandt, Monet, Anish Kapoor, Miro sergileri de olacak. Öyle ki, Emirgan’daki Atlı Köşk’teki Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM), bu 6 sergide toplamda 1 milyonu aşkın ziyaretçinin kaydı tutuldu. Bu kalabalığı müzeye taşıyan isim ise SSM Müdürü Nazan Ölçer’di. Avrupa’nın sayılı küratörleri arasında gösterilen Ölçer’le buluşmama sebep en güncel konu, Kutluğ Ataman imzalı “Sakıp Sabancı’nın Portresi” adlı, 2014’te, ölümünün 10. yılında sergilenen eserin Emirgan’dan, 9 Mayıs’ta başlayacak Venedik Bienali’ne, bienalin küratörü Okwui Enwezor’un daveti icabı taşınmasıydı. Bir diğeri ise elbette Nazan Ölçer ve ekibinin eylülde başlayacak İstanbul Bienali ve sonrasında SSM’ne getireceği yeni sergilerdi. Ölçer, ilk defa anlattı...

        Picasso ve Dali’den sonra Miro sergisiyle “Katalan Üçlemesi”ni tamamladınız. Sırada ne var?

        Çok şey var. Katalonya öyle zengin bir yer ki “Barcelo’yu niye yapmıyorsunuz?” diye bir teklif geldi. Günün birinde Barcelo da gelir belki ama onun sırası var. Şimdi Katalonya’yı bırakıyoruz.

        Nereye gidiyoruz?

        Türk sanatseverlerine getirmemiz ve getirmemiz için önce bizim de iyice öğrenmemiz gereken başka bir şey var. Şu andaki sergimiz, “Reunion”. Sabancı Üniversitesi’nden kanatlanıp uçan gençleri müzede buluşturduk. Temmuza kadar sürüyor. Ondan sonra İstanbul Bienali başlıyor. Herkes bir Jeff Koons beklentisindeydi. Jeff Koons, fazlasıyla iş alan, müzelere, sergi alanlarına söz veren ve bazen de elinde eser kalmadığı için ya da iş yoğunluğundan bütün bunları gerçekleştiremeyen, çok revaçta bir sanatçı. Onun için biraz daha beklememiz gerekecek. Bana yazdıkları mektupta, “İstanbul Bienali, Bilbao projemizle hemen hemen örtüşen bir zaman diliminde. Bizi bağışlayın” dediler. Çok da iyi oldu.

        Neden?

        Çünkü, zannederim Jeff Koons’u karşılamadan önce bizim Türk kamuoyuna, sanatseverlere sunacağımız yakın tarihli, 20. yüzyıla ait başka projeler olması gerek. Çağdaş sanat, Türkiye’de birdenbire son derece çabuk gündeme geldi. Türkiye’nin zaten Batı’da olup bitenlerle, oradan sergi alıp getirmeyle, burada onları layıkıyla sergilemeyle buluşması çok geç oldu. Türkiye’de bütün bunları 15 yıldır konuşuyoruz. Bu kadar hızlı bir trafiğe Türkiye yeni yeni girdi.

        Bir hazım süresi mi gerekiyor?

        Hayır, ama öncesinde olup bitenleri de görmemiz gerekiyor ki çağdaş sanatın vardığı noktayı doğru dürüst özümseyebilelim. Bizim sanatseverlerin görmesi, bilmesi gerekli daha pek çok konunun gündeme henüz gelemediğini görüyoruz. Onun için nefes nefese bir halde bunun telafi gereğini duyuyorum doğrusu.

        Nasıl bir sergi olacak?

        Zero Grubu’nu Türkiye’de fazla uzmanın, fazla kişinin bildiğini zannetmiyorum. Çünkü çok kısa sürmüş bir sanat akımı. Bunu ilk defa sizinle paylaşıyorum... Gelecek serginin başlığı “Zero”, yani sıfır. 1950’li yılların ortasında başlayıp 60’lı yılların sonunda sona ermiş bir akım bu. Kurucularının bir bölümünün dediğine göre, Zero akımı dünya olduğu sürece devam etmesi gerekir. Çünkü durmadan bir şeyleri sıfırlamak gerekir. Öyküsü de hoş...

        Nedir?

        1950’li yılların ortasında Düsseldorf, Almanya’nın zengin bir bölgesi. Sanat akademisi son derece önemli sanatçılar yetiştirmiş. Orada iki genç sanatçı; Otto Piene ve Heinz Mack 20’li yaşlarındalar. Avrupa’yı yerle bir eden yıkım ve depresyondan çıkışın yolunu arayan genç sanatçılar bunlar. Sadece sanat değil felsefe de tahsil etmişler. “Geriye sayalım, yeniden başlayalım” diyorlar. Nasıl ki, “9, 8, 7...” diye geriye sayılır, “Sıfırdan başlayalım, yeni bir ışık görelim, yeni bir umut olsun” diye... Bunlara ilham veren, çok genç ölen Fransız sanatçı Yves Klein’ın bir eseri... Simsiyah bir zemin, sadece küçücük bir huzme halinde ışığın geldiği... Yani karanlıkta bile ışığı görebilmek... “Sıfır”ın başlangıcı böyle...

        Sonra?

        Sonra... Bütün dünyada -en çok da Avrupa’da- bir sürü genç insan, sanki bu işareti beklemiş gibi birdenbire bu gruba katılıyor. Lucio Fontana, Yves Klein, Manzoni hatta Japonya’dan katılan var; ve İspanyollar, Hollandalılar... İlk sergilerini Amsterdam’da Stedelijk Müzesi’nde yapıyorlar. O kadar parasızlar ki o eserleri de kendileri taşıyorlar. O kadar ki, sergi bittikten sonra eserleri geri götürecek para da yok. Bırakıyorlar orada. O şartlarda yaratılmış, umut veren, özgürlük talep eden, ışık isteyen, iyilik ve iyi duygulara seslenen, yani müthiş bir iyimserlik ihtiyacıyla ortaya çıkmış bir akım bu. Sonunda ise herkes kendi yoluna gidiyor. n

        Peki bugün neden gündemdeler?

        New York’ta Guggenheim Müzesi’nde geçen kasımda büyük bir Zero sergisi açıldı. Bütün New York oraya koştu. 50 yıl sonra gündemdeler, çünkü Zero’yu oluşturan şartlar günümüzde de hâlâ var. Bütün dünyanın söylediği; iyimserlik, umut, özgürlük, ışığı görme ihtiyacı... Onların en büyük sembolleri ışık. Işığın olmadığı yerde de lambalarla ışığı yaratan ve durmadan hareket eden, böyle ilginç, genç bir akım bu. New York’taki sergi için şöyle de deniliyor: “Aslında, Avrupa Birliği düşüncesini bu genç insanlar, yoksulluk ve sıkıntı içinde yaşayan bir avuç sanatçı 50 yıl önce gerçekleştirdi.” Yani bu kadar ülkeden bu kadar insanın gelmesi ve bütün bunların bu akıma katılmasıyla..

        'BU SERGİYİ ÇOK İSTEDİM'

        Zero sergisi için ne zaman girişimde bulunmuştunuz?

        Heinz Mack’la buluşmamız 1.5 sene öncesine gidiyor. Daha sonra da diğer Zero üyeleriyle, Düsseldorf’taki Zero Vakfı’yla temas ettik. Bütün bu mozaiği oluşturan Yves Klein, Fontana, Manzoni gibi sanatçıların eserlerinin günümüz çağdaş sanatını besleyen müthiş bir hazırlık süreci olduğunu ve günümüzde birçok sanatçıya ilham verebildiğini göreceğiz.

        Miro’yu getirmek ise 3 yıl almıştı. Aradaki sürede ne oluyor?

        Kararını verdiğiniz, hayal ettiğiniz birtakım temaslar var. Bazen bu temaslar tıkanıp kalabiliyor. Mesela Viyana’dan bir “Viyana 1900” sergisi getirmeyi çok arzu ettim. Ben galiba dönem sergilerini seviyorum. Çünkü tarihte öyle anlar var ki, bugün bizim kültürümüzü oluşturan ne varsa aynı anda, tarihin o dönence noktalarında cereyan etmiş. Viyana 1900, olağanüstü bir dönem. Bir yandan imparatorluk bütün haşmetiyle sürüyor. Ama milliyetçilik akımları, sol hareketler, Marksizm, Rus mülteciler var. Psikanaliz ortaya çıkıyor o dönemde. Sanatın bambaşka bir akıma girdiği bir dönem. Tasarım da orada... Art Nouveau ortaya çıkıyor. Her şeyin birbirine girdiği, tezatlarla dolu ama bir yandan da yolunu alan giden, önümüzü açan bir dönem. Kısa süre sonra savaş başlayınca da gidiyor birçoğu. Ama o parlak dönemde her şeyin tohumunun atıldığını görüyoruz. Bu sergiyi yapayım çok istedim, hâlâ da yapabiliriz belki.

        Neden olmadı?

        Klimt’in doğumunun 150’nci yılıydı; şimdi Klimt’in 100. ölüm yıldönümü geliyor. Eser veren kişiler, “3-4 sene kimseye eser veremeyiz, dinlenmeleri lazım” diyor. Egon Schiele, o dönemin başka bir büyük ressamı. Onun eserleri bir yerlerde. Doğru düzgün bir sergi yapabilmek için belirli miktar eserle, mimari projeler, çizimler, möble ve tasarımla bir dönemin ruhunu vermeniz lazım. 2 resimle Klimt sergisi yapamam. Onun bütün o sosyal ve siyasi ruhunu, çevresini, orada, o dönem olup bitenleri de anlatmamız lazım ki o sanatçıya haksızlık yapmayalım. Fakat süreç bazen de yürüyor.

        Başka temaslarınız var mı?

        Ekspresyonizm daha çok Alman coğrafyasına has kalmış. Birinci ve ikinci savaş arasındaki dönemde heyecan verici başka iki merkez var: Berlin ve Münih. Karmaşık bir siyasi dönem yine. İşgaller, başkaldırmalar, grevler var. Ve bu iki büyük kentin aksında yaşanan ekspresyonizm... Ekspresyonistlerin 1950’lere de etkileri olmuş. Bu işle de meşguluz. Sanırım böyle de bir sergi gelecek. ‘10 yılın projesini yapar haldeyim’ n

        Bir misyonunuzun olduğunu düşünüyor musunuz?

        Bizim görevimiz insanların zihninde pencere açmak. Ummanda zerre bizim yaptığımız. Bu kadar sonsuz bir olay ki. Batı bunu farklı yaşıyor. Batı, ona tepsiyle sunulan bir şeyi alıp kullanıyor. Biz ise, olmayan bir şeyleri insanlara, belki kaç kitap okuyup kaç ülke gezerek göreceği eserleri getirip sunuyoruz, öğretiyoruz, anlatıyoruz. Baş öğretmen gibi de değil. Buradaki tüm ekip, hepimiz her sergide bir öğrencilik sürecinden geçiyoruz. Bütün bu bağlantıyı ustalarıyla birlikte sunmak bir görev oluyor bizim için. n

        Size “Haydi Nazan Hanım, şu isimleri de getirin” diye çağrıda bulunanların sayısı hiç az değil. Bu talepleri nasıl karşılıyorsunuz?

        Uzun zaman bu işi yapınca öyle oluyor. Yani, benim mesleğe başladığım yıllardaki pekçok değerli meslektaşım bir kenara çekildi. Benim kenara çekilme yaşımı bırakın da bir kenara ben önümdeki 10 yılın projesini yapar haldeyim. Ben kendimle yarışırım... Kendime rahat vermem. Çağımı yakalamaya çalışırım. Müzeci dediğiniz, sadece “geçmişindeki korumak” değil. Çağı yakalamazsanız geri kafalı kalırsınız.

        Bu enerjiyi nereden buluyorsunuz?

        Yaptığım her işi sevdim. Müzelerde çalışmaya başladığım yıllarda böyle değildi. Hatta, yurtdışında tahsil yapıp burada çalışmaya başladığım zaman kendime dedim: “Kendine gel ya. Ne yapıyorsun? Çalışacak mısın burada hakkaten? Zamanın var. Haydi geri dön, çık buradan...” Ama hayır. “Kalayım” dedim. “Ve daha farklı bir şey yapalım.” Müzecilikte uzun süre, koruma ve çaldırmama gayreti hâkim olmuş. Ama elimizdekilerin niçin değerli olduğunu anlatmak için de bütün bu sergileri yapmak lazım

        'VENEDİK'TEN BİR YAZI ALDIM'

        Kutluğ Ataman’a sipariş edilen “Sakıp Sabancı’nın portresi” adlı eser Venedik Bienali’ne gidiyor.

        2011’de, Sakıp Bey’in sıcaklığını yansıtacak onun gibi kıpır kıpır bir eser istendi. Ve nihayetinde Kutluğ bence çok başarılı bir iş yaptı. Binlerce fotoğraftan bir Sakıp Sabancı portresi yarattı. Büyük, devasa bir uçan halı diyelim. İlk defa böyle bir asma tekniğiyle ve ayrıca binlerce fotoğrafı ekrana yansıtacak bir yazılımla ortaya çıktı.

        Bienale gitmesi nasıl gerçekleşti?

        Bu eserin Türkiye’de değişik yerlere gitmesi planlanıyordu, fakat askıya alındı. Venedik Bienali hayalimizden geçerken, eser bienal küratörü Okwui Enwezor tarafından davet edildi. Bir gün Kutluğ aradı, “Şimdi mahrem kalması sebebiyle kimseye söylememem lazım ama heyecanımı zapt edemiyorum. Okwui Enwezor’dan bir yazı aldım. Venedik Bienali’ne katılıp katılmayacağımı soruyor. Katılacağız tabii ki” dedi. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık doğrusu, çok hoş bir şey çünkü.

        Venedik Bienali’nin başlığı da “Dünyanın Tüm Gelecekleri”...

        Evet, çok da uyumlu. Bir kere bu, anonim bir eser. Orada genci yaşlısı, zengini fakiri, rütbesi ne olursa olsun, zaten yüzleri kolayca belirlenemeyen fotoğraflar devrolup duruyor. Yatay, açık, demokratik bir eser. Sınırı da yok; o büyük mekanizmaya hâlâ gelen fotoğrafları eklemek mümkün.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ