Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Tyler Durden geri döndü!

        Gülenay BÖREKÇİ / HT CUMARTESİ

        İstenmeyen yağlar. Pahalı sabunlar. Bol sıfırlı maaş çekleri, güzel bir ev, şık mobilyalar. Yalnızlık. Düş kırıklığı. Yılgınlık. Bulantı. Nefret. Öfke. Hayali arkadaşlar. Chuck Palahniuk. “Dövüş Kulübü”... Hatırlıyor musunuz? Tamam, yıllar öncesinde kaldı, yine de hafızalarda tazeliğini koruyor olmalı. Hem alter ego’nuzun da çok iyi bildiği gibi; “bazı hayali arkadaşlar asla çekip gitmez!”

        En iyisi baştan anlatayım... Yalnızlıktan ölmek üzere olan ve ölüm fikrini saplantı haline getirmiş bir genç adam... Marla adında tesadüfen tanıştığı kafadan çatlak ama özgür ruhlu bir genç kadın... İkiyüzlü bir dünyaya kendi yöntemleriyle saldıran yarı çılgın bir kurtarıcı, baştan çıkarıcı bir intikam meleği, Tyler Durden...

        Gecenin geç saatlerinde bar bodrumlarında toplanan gizli bir dövüş kulübü kuran Tyler’a göre, tüketim kültürünün uyuşturucu etkisinden kurtulmanın yolu, fiziksel acıyla tanışarak yeniden doğmaktır. Böylece kendi bedenini örseleyen bir müritler ordusu, toplum düzenini ve konformizmi imha etmek üzere Tyler’ın peşine takılır... İsimsiz kahramanımız da aralarındadır.

        Chuck Palahniuk, kapitalizme ve onun pompaladığı tüketim kültürüne zehir zemberek eleştiri oklarını sapladığı “Dövüş Kulübü”nü 1996’da yayınlamıştı. Gündüzleri otomobil tamirciliği yapıyor, geceleriyse bir yaratıcı yazarlık kursuna gidiyordu. Roman, ödev olarak yazdığı bir kısa öykünün geliştirilmiş haliydi. Öyle büyük başarı kazandı ki üç yıl sonra yönetmen David Fincher’ın ellerinde nefis bir film haline geldi. Başrollerini Edward Norton, Brad Pitt ve Helena Bonham-Carter’ın üstlendiği filmin bir fenomene dönüşmesi uzun sürmedi.

        Kendi adıma, filmi ilk seyredişimi hatırlıyorum, sahnelerden bir tanesi bana katlanılmaz derecede trajik gelmişti, hatta yarısında çıkmak falan istemiştim. (Hayır, dövüş sahnelerinden değil, adamımızın akşamları biraz sohbet edebilmek ve kendinden daha berbat haldekileri görüp şükretmek için, kanser hastalarının devam ettiği ücretsiz terapi gruplarına katıldığı bölümden söz ediyorum.) Bir de o şahane final vardı tabii. Kitabın ve filmin finalleri farklıydı ama ikisi de çok güzeldi. Kitapta esas karakter, alter ego’su Tyler Durden’ı yok edebilmek için kendini vuruyor ve gözlerini cennette açıyordu. Marla, düzenli olarak ona dünyadan mektuplar gönderiyor, “kulübün” hâlâ onu beklediğini anlatıyordu. (Adamımız fark etmese de bu cennet, gerçekte bir akıl hastanesiydi.)

        İşte can acıtıcı denecek kadar komik de olabilen bu romanın artık çok kuvvetli bir rakibi var: Kendisi! Daha doğrusu çizgi romanı...

        ‘SÖYLE BANA SEBASTIAN’

        Chuck Palahniuk’un yazıp Cameron Stewart’ın çizdiği “Dövüş Kulübü 2”, fasiküller halinde çıkmaya başladı bile. Bu kez hikâye 10 yıl sonrasında başlıyor. Anlatıcımızın artık bir adı var: Sebastian. (Polisiye romanlardaki standart uşak ismi, “kapitalizmin hizmetkârı” olmayı kabullenmiş ve ruhunda hep bunun tatminsizliğini, vicdan azabını hisseden karaktere pek uyuyor.) Fakat sanki bir şey eksik. Hele Sebastian’la Marla’nın 10. evlilik yıldönümünün ne kadar klişe, ne kadar iç bayıcı olduğunu görünce hepimizin zihninden aynı şey geçiyor: Keşke Tyler geri dönse!

        Sebastian’ın karısı Marla da belli ki bizimle aynı fikirde. Geceleri, yaşanan her anın birbirinin tekrarı olduğu sıkıcı orta sınıf yataklarında bir sağa bir sola dönerken, “Ne olur gel Tyler ve beni sevgi dolu kocamla yaşadığım şu korkunç hayattan kurtar” diye yalvarıyor. Hatta ara sıra kocasının anti-depresanlarını aynı renkteki plasebo’larla değiştiriyor. Tyler yatakta ona geri dönsün diye...

        Tyler dönüyor da. Taraflardan ikisinin birbirinin alter ego’su olduğu bu üçlü ilişki size tanıdık geliyor, değil mi? Bu arada henüz yalnızca ilk fasikülü okudum. Diğerleri için sabırsızlanıyorum. Fakat kimsenin okuma zevkini öldürmeyeceğime söz verdim, o yüzden daha fazla anlatmayacağım. Son cümlem şu olsun: Biz hepsini zevkle, kederle, öfkeyle okuruz, yeter ki Tyler hep dönsün!

        BİR KEŞİF

        KARELİ DÜKKANIN HİKAYESİ

        Kareli Dükkân’ı Instagram’da keşfettim. Genç bir kız minik kanaviçe kasnakları görünümünde kolyeler yapıyordu. Kasnakların içini de romanlardan, şiirlerden esinlenerek ve elbette kanaviçeyle dolduruyordu. Bu rengârenk, cicili bicili kolyeleri çok sevdim ve sizinle de paylaşmak istedim. Bir de Kareli Dükkân’dan Pınar Biber’i arayıp nereden çıktı bu şapşahane fikir diye sordum. İşte anlattıkları...

        “Renkleri, müziği, okumayı, estetik olan şeyleri her zaman sevdim. Güzel bir elbiseyi vitrinde saatlerce izledim, antika fincanlara dalıp gittim. Boyalar, renkler hep çok çekici geldi bana. Liseden sonra hayallerimin üniversitesi İTÜ’de mühendislik okumaya başladım. Yüksek lisanstı, doktoraydı derken, akademik hayatı kesip iş hayatına atıldım. Çevremde hep başarılı biri sayıldım ama iş hayatındaki o 4 sene beni öyle yıprattı ki, en sonunda terfi ettiğim halde çalıştığım firmadan hızlıca kaçtım. Şimdi freelance çevirmenlik yapıyor, blogumu sürdürüyorum. Bir de elbette Kareli Dükkân var.”

        Pınar, Kareli Dükkân’ı emekli bankacı olan annesiyle birlikte açmış. “Sevdiğimiz her şeyin kumaşa aktarılmış hali gibi” diyor. “İlhamımızı hayallerimizden, doğadan, sevdiğimiz objelerden, şairlerden, kitaplardan alıyoruz. Güzel tepkiler aldıkça, neler yapabiliriz diye araştırmaya başladık, bazen izleyicilerimizin fikirleriyle yepyeni modeller bile çıkardık. Herkese aynı şeyi söylüyorum: Hayat kısa, kuşlar uçuyor... Ve evet, siz de hep sevdiğiniz şeylerin peşinden uçun. Hiçbir zaman geç değil.”

        Düşlerini kareli kumaşlara ilmek ilmek aktaran anne kızın rengârenk dünyasıyla tanışmak isteyen hayalperestler, şiir severler, nostalji tutkunları ve doğa âşıkları; Kareli Dükkân’a muhakkak bir göz atın derim.

        Instagram’daki adresi: @karelidükkan

        ROMAN

        “Öleceğim ama yüreğimde cirit atan bir tadı anımsamayı bir türlü başaramıyorum. Biliyorum ki bu tat, tüm yaşamım boyunca susturduğum bir kalbin anahtarını elinde tutan, tüm yaşamımın ilk ve son gerçeği.”

        Ömrünün son gününde, gençliğinin ilk tadını hatırlamaya çalışan bir gurme hakkında Proust’u aratmayacak bir lezzet ve anlatı şöleni. Sert kabuğunun altında çocukluğuna, büyükannesinin mutfağına, samimiyete ve basit tatlara duyduğu özlemle yaşayan lezzetlerin üstadı, Paris’in gösterişli restoranlarından sempatik pastanelerine, aile ilişkilerinden tutku dolu aşklara hayatının dökümünü yapıyor.

        “Gurmenin Son Yemeği”nin yazarı Muriel Barbery. (Onu müzikten sinemaya, resimden edebiyata göndermeleriyle dikkat çeken “Kirpinin Zarafeti”nden hatırlayacaksınız.)

        ÇOCUK

        İşte müzelere ilişkin durağan ve “eski” algımızı çocuksu bir coşkuyla bozan enerji dolu bir kitap! Susan Verde imzalı ve Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan “Müze” hem küçükleri hem büyükleri etkileyecek nitelikte. Okuru bir müzenin kapısından içeriye, sınırsız bir hayaller dünyasına davet eden kitap, Van Gogh, Picasso, Rodin gibi ünlü sanatçıların eserlerini örnekleyerek eğlenceli ve düşündürücü müze yolculukları tavsiye ediyor. Dünyaca ünlü sanat eserlerinin önünde bambaşka duygulara kapılan, hayallere dalan bir kız çocuğu eşliğinde yaşamın bin bir halini anımsatan bu eseri her yaştan çocuk sevecek. Bir eleştirmen, “Müzede kahkaha atmanın, poz vermenin, meraklı sorular sormanın aslında ne kadar doğal olduğunu hem çocuklara hem de yetişkinlere hatırlatan bir kitap” demiş.

        SAĞLIK

        “Tam 180 gün... Altı ay ömür biçmişlerdi bana... Şehrin üzerine kar yağmaya başlamış gibi üşüyordum. İliklerime kadar donuyordum. Bütün uzuvlarım hissizleşmişti. Benim o anda, o hastane odasında yaşadığım hisse en yakın duygu, bir idam mahkûmunun infaz gününü öğrendiğinde hissettiği şey olabilir belki...”

        Ölümle burun buruna gelen insanların yaşama bakışları çok daha farklı ve cesur oluyor. 26 yaşındayken kanser hastalığıyla tanışan ve dokuz buçuk yıllık bir mücadelenin sonunda nihayet sağlığına kavuşan “Kansersiz Yaşam Derneği” kurucusu Dida Kaymaz, geriye bakmaktan çekinmiyor ve yaşadığı bu farklı yolculuğu tüm içtenliğiyle anlatıyor. Doğan Novus’tan çıkan “180” acı üzerine bir kitap değil, tam aksine umudu vurguluyor; hastalığı değil, iyileşme sürecini anlatıyor.

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ