Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Sema Ereren, Ece Uslum ve Mehmet Emin Demirezen yazdı...

        Ece ULUSUM/ HABERTÜRK PAZAR

        Dünyada ve ülkede yaşanan terör olayları “Orada 1 Gece” projemizi de baltaladı. Gideceğimiz yerlerin kapıları bir bir kapandı. Toplantı masasında Sema, Emin ve ben kara kara düşünürken aklımıza İstanbul Üniversitesi geldi; Yangın Kulesi! Fotoğraflarımızı çeken Mert dahil hepimiz İstanbul Üniversitesi öğrencisiyiz; hem de gazetecilik bölümü mezunu... Aynı binada birbirimizi bulamadık ama yıllar sonra iş arkadaşı olduk. “Her şeyi başa saralım” dedik ve izin almak için yola koyulduk. Hiç de zor olmadı; Rektörlük Basın Danışmanı Ergun Yolcu ile İstanbul Üniversitesi Basın Departmanı Sorumlusu Mesut Aytekin sağ olsun.

        Bir çarşamba akşamı Beyazıt’taydık, her şey kuleye kadar iyiydi... İlk önce 150 yıllık rektörlük binasını didik didik gezdik. Eskiden saraymış, şimdi önemli konferanslar ve doktora dersleri veriliyor. Şaşaalı konferans salonunu boş bulunca o büyük koltuklara oturmadan edemedik. Doktora Odası’nda II. Abdülhamid’in elleriyle yaptığı bir kütüphane var. Kütüphanenin içinde hiç kitap yok. Modeli de bir konak şeklinde olduğundan ıssız, terk edilmiş bir konağa benziyor...

        Belki bir gün Atatürk Kitaplığı’ndaki kitaplarına tekrar kavuşur. Hemen yan odada da yine II. Abdülhamid’in yaptığı uzun bir masa. Güvenliğe “Bu masada kimler oturuyor?” diye sordum, “Sadece mühim kişiler” deyince masaya dokundum, sandalyeyi çekip oturdum. Gözlerimi yumdum, masada kimlerin oturduğunu, ne gibi konuların konuşulduğunu ve kararların alındığını düşündüm...

        Hayalim çok da uzun sürmedi; çünkü birden alarm çalmaya başladı! Görevli de biz de bir panik olduk, rektörlük inliyor. Alarmı biz mi çalıştırdık yoksa içeride bizden başka birileri mi vardı? Biz de görevlinin peşine takılıp odaları gezmeye başladık ki meğer bir perdenin hareketinden çalmış...

        "Ece ve Emin, Sema'nın desteğiyle merdivenleri anca çıktı."

        BİZDEN AĞA OLMAZMIŞ...

        Bir yemek molasından sonra Yangın Kulesi’ne çıktık. Bir ara ben o kadar yoruldum ki bizimkiler beni bıraktı, tek başıma kaldım. Yukarı varınca da Rocky gibi zafer çığlıkları attım. Mutluluğum uzun sürmedi çünkü rüzgârlar kulenin camlarını resmen dövüyordu. Hiçbirimiz konuşmayınca da kulakları sağır eden bir uğultu sardı dört bir yanımızı. “Manzara olmasa korkunç” demeye kalmadan çat! Birden elektrik gitti, Emin de bir şeye takılıp düştü.

        Kesinti 1 dakika bile sürmedi ama camlar titreyince Sema’yla el ele tutuştuğumuzu fark ettik. Bu durumu atlatınca her pencereden İstanbul’un hangi ucunu görebildiğimize baktık; Üsküdar, Ortaköy, Eminönü’nün neredeyse tamamı, Beyoğlu, Bakırköy, Kadıköy...

        Şansımıza bir de dolunay çıkınca değmeyin keyfimize! Gecenin bir vakti son testimizi yapıp evimize dönecektik; Mert ve Sema aşağı indi, biz yukarıda kaldık. Hedefimiz aşağıya sesimizi duyurmak oldu; önce ben bağırdım sonra Emin ile ikimiz ama hem rüzgârdan hem de yükseklikten sesimizi duyuramadık. Demek bizden Yangın Kulesi’ne ağa olmazmış; sesimizi duyurana kadar tüm İstanbul yanardı...

        "Yangın Kulesi aynı zamanda havadurumunun da habercisi. Sarı ışık sis;kırmızı ışık kar; yeşil ışık yağmur vemavi ışık açık havayı gösteriyor. Ancakbizim kaldığımız gece ışıklandırmadakiyenileme sebebiyle aydınlatma yoktu."

        Mehmet Emin DEMİREZEN/ HABERTÜRK PAZAR

        Bir zamanlar hem okuduğum hem de çalıştığım okula haber yapmak için gitmek duygusal bir deneyimdi. İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası Osmanlı’nın İstanbul’da yaptığı ilk saray üzerine kurulmuş, Osmanlı’nın askeri teşkilatı olan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra da Eski Saray, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri işlerinin yönetimine tahsis edilmiş. Son olarak 1866’dan bu yana şimdiki işlevini yürütüyor, rektörlük binası...

        Fakat geçmişin izlerini görmeniz mümkün. Dış görünüşü ihtişamlı binanın içi de bir o kadar etkileyici. İçeri girdiğimizde karşımıza kare bir avlu ve iki ana merdiven çıktı. Bir zamanlar bu merdivenleri kimler ne telaşla indi çıktı kim bilir...

        Odaları bir bir gezmeye başladık. Rektörlük binasının güvenlik görevlisinin dediğine göre Mavi, Doktora ve Kılıçlık salonları en görkemlileri... İçeri girince ne demek istediğini anladık. Sanat her yere nüfuz etmiş. Mavi Salon’un duvar süslemelerinde ağırlıklı renk mavi, keza dev avizeyle aydınlatılan diğer odalar pembe renkli. İçerisi gösterişli ama boş zira konferans için kullanılıyor. Bana kalırsa buranın en güzel yanı tavanlardaki resimler. Dalgalı denizler, savaş gemileri, İstanbul manzarası...

        İstanbul Üniversitesi Basın Departmanı Sorumlusu Mesut Aytekin’den öğrendiğimize göre, tavan süslemeleri 17. ve 18. yüzyılda başlayan tavan ve duvar geleneğini yansıtmaktaymış. Üstelik resimleri, bina askeri amaçlı kullanılırken askeriyede resim eğitimi alan askerler tarafından yapılmış. Mavi Salon’un yanında Kılıçlık var. Bu oda, rütbeli askerlerin kılıçlarını giyindiği yer. Büyük aynalar, askılıklar. İlk hali korunuyor... İçinde o zamanlardan kalma bir de çeşme var.

        "Kulenin her penceresi başka bir manzaraya açılıyor"

        ABDÜLHAMİT'İN YADİGÂRLARI

        Rektörlükte Osmanlı’nın 34’üncü padişahı II. Abdülhamid’in kendi marifetiyleyaptığı bir kütüphanesi ve uzunca bir orta masası var. Büyük bir konak biçimindeki kütüphane, 2 katlı. Önünde bir kapı, bir de ayna var. Her detay düşünülmüş mesela alt katının pencerelerinde demir korumalıklar var. Bir diğer antikaysa Abdülhamid’in 18 kişilik masası. 10 çekmeceli masa eskiden de şimdi olduğu gibi önemli toplantılar için kullanılıyormuş.

        Doktora Salonu

        İÇERİSİ LOŞ, MERDİVENLER YÜKSEK...

        Sema EREREN/ HABERTÜRK PAZAR

        Rektörlükten sonra Yangın Kulesi’ne çıkacağımızı duyan “Bu saatte kuleye mi?” diye sordu. Bozuntuya vermedik ama içimize bir kurt düşmedi değil... Dinlenmek için okul zamanlarından kalma alışkanlıklarımızı hatırlamak için Ali Usta’da bulduk kendimizi; hem ucuz hem de temiz... Karnımız tok gözümüz pek, kuleye yol aldık. Bir yandan da bizimkilere kuleyi anlatmaya başladım.

        İstanbul Üniversitesi Beyazıt Yangın Kulesi, 1828’den itibaren İstanbul’daki yangınların nerede olduğunu tespit etmek, müdahalede bulunmak için Sultan 2. Mahmud’un emriyle, Serasker 1. Hüseyin Paşa tarafından, Mimar Senekerim Balyan’a yaptırılmış. İlk kule 85 metre, geniş saçaklı ahşap bir külah örtülüymüş. Yangından nasibini alınca 1849’da bugünkü halini almış ve yüksekliği de 118 metreyi bulmuş.

        YİNE ALARM!

        Yukarıdan aşağıya doğru sancak, sepet, işaret ve nöbet katı olmak üzere toplam 4 katı var. Biz nöbet katında kaldık... Kulenin kapısına vurmamızla içeriden korkunç bir alarm sesi, rektörlüktekiler koştur koştur yanımıza geldi. Günü, müzeye zorla girmek isteyen muhabirler olarak nezarethanede kapatmadık şükür... İçerisi loş, merdivenler yüksek... “Vira bismillah!” deyip başladık çıkmaya; önde Mert, ben 2 numara, arkadan Ece’yle Emin geliyor... Döne döne çıkmaktan başımız döndü, resmen soluğumuz kesildi. Dile kolay, tam 180 basamak.

        Zirveye vardığımızda önce herkes kendine bir pencere bulup soluklandı. Bir süre sessiz İstanbul’u seyrettik, dans eden İstanbul’un ışıklarıyla büyülendik. Dışarıdaki manzaraya kulenin içindeki eski manzara resimleri eşlik ediyordu. Oysa İstanbul’a benzeyen bu peyzajlar aslında hayaliymiş. Beyazıt Yangın Kulesi müze statüsünde ama henüz resmi olarak açılmamış. Zira çok geleni gideni de yok... Gecenin sessizliğinde kuleye öyle bir uğultu peydahlandı ki birden elektrik kesildi. O kısmı Ece anlattı; tek diyebileceğim olan Emin’e oldu!

        AĞA BİR ÇOCUĞUN OLDU

        Kulenin aktif olarak kullanıldığı zamanlarda ne telefon ne telgraf vardı. Nasıl anlaşıyorlar dersiniz? O yöntem de bize has! “Köşklü” adı verilen itfaiye erlerinin başındaki ağaya (itfaiye şefi) “Bir çocuğun oldu” denmesi, İstanbul’da bir yangın çıktığı anlamına gelirmiş. Ağanın “Kız mı, oğlan mı?” sorusuna verilen cevapsa yangının İstanbul’un neresinde çıktığını bildirirmiş.

        Kız İstanbul’un Anadolu Yakası, Beyoğlu ve Boğaz’ın Rumeli Yakası; oğlan ise İstanbul Suriçi... Köşklüler iri yarı, güçlü kuvvetli ve çok koşabilen kişilerden seçilirmiş. Burada 20 köşklü ve bir ağa bulunurmuş. Bir de kuleden gündüz sarkıtılan sepet, gece de fener yakılarak haberleşilirmiş.

        FOTOĞRAFLAR:MERT TOKER

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ