Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Cumartesi Karsu dönmez kimdir, karsu dönmez röportaj

        Pınar Erbaş / perbas@htgazete.com.tr

        Hollanda’yı ağlatan ses Karsu Dönmez, Hatay’dan Hollanda’ya göç eden bir ailenin kızı. Dünyanın prestijli sahnelerinden New York Carnegie Hall’de üç kez sahne aldı. İlk albümü Confession Hollanda’da uzun süre bir numaradaydı. Endonezya’dan Monako’ya 20’den fazla ülkede konser verdi. Hayatını konu alan bir belgesel var. Dahası henüz 23 yaşında... N e konuşacağı, ne giyeceği önceden planlanmış bir “proje kız” bekliyordum karşımda. “Günde şu kadar saat çalışırım, olmazsa olmazlarım, amaçlarım” diye sıralayacak derken bir o kadar fütursuz, aklına estiği gibi konuşan, rahat ve çok neşeli biri çıktı. Konumu ve yetenekleri kadar, “bir gün her şey bitebilir”in de farkında. Karsu Dönmez, turne için Türkiye’ye geldi. Müziğini ve “genç yaşta bu kadar yol nasıl kat edilir”i konuştuk.

        ■ Üstün yetenek hikâyesi misin?

        Bilmiyorum. Sanırım en büyük şansım erken yaşta keşfedildim.

        ■ Nasıl başladın?

        5-6 yaşlarındaydım. Televizyon izliyordum. Bir grup vardı, piyano çalınıyordu; uzun saçlarını hatırlıyorum. Çok hoşuma gitmişti. Babama, “Bunu yapacağım” dedim.

        ■ Sonra..

        7 yaşında piyano aldılar. Hem de araba için biriktirdikleri parayla.

        ■ Nasıl ikna ettin peki?

        Sadece “İstiyorum” demen yetti mi? Babam da çok küçükken dedemden saz istemiş. “Doktor ol boşver müziği” demişler, almamışlar. İçinde kalmış...

        ■ Sonra başından kalkmadın...

        Aynen. Ama 14-15 yaşında bir baktım klasik müzik çalmak “cool” değil. O dönem Britney Spears falan modaydı. Herkes pop dinliyor... Ben de aslında biliyorum o müziklerin kalitesini, notalar basit. Yine de bir süre “cool” olayım diye çalmadım.

        ■ Ne kadar?

        Çok değil, 4-5 ay. Okulum bir yarışma düzenliyordu. Klasik müzikle katıldım. O zamana kadar sadece evde çalıyordum. Karşımda 300-400 kişi, öğretmenler, arkadaşlarım... Çok heyecanladım. Yanlış notaya bastım, kitabı kapatıp kaçtım.

        ■ Eyvah!

        Çok utanmıştım, devam edemedim. Ama arkadan izliyorum. Bir kadın çıktı. “Çok iyi şancı” dendi. Birinci oldu. “Bu kadın yapabiliyorsa gelecek sene ben de bir şeyler deneyeceğim” dedim.

        ■ O kadar iyi değil miydi?

        İyiydi ama çalışırsam daha iyisini yapabilirim gibi geldi. Ki yaptım, öbür sene ben birinci oldum. Ondan sonra kulaktan kulağa konuşulmaya başlandım. Amsterdam zaten o kadar büyük bir yer değil. Bir galada çalmak için davet aldım. Amerikan büyükelçisinin eşi oradaydı, beni duyunca ağlamaya başlamış.

        ■ Ne söylemiştin?

        “Çok uzaklarda” (Nilüfer). O şarkıyı söyleyince Hollandalılar hep ağlıyor. Melodisinden sanırım.

        ■ Sonra...

        İşte ağlamaya başlayınca büyükelçi de “Hanım ne oluyor”, derken annem babam da aynı masada, anlatıyorlar beni. Ve 16 yaşında Rhode Island Üniversitesi’nde burslu şan eğitimi alıyorum. Dönünce de gazeteler yazmaya başlıyor “Bu kız kim” diye.

        ■ Ünlü mü oldun?

        Yok ama mesela babamın bir restoranı var Kilim diye. Orada garsonluk yapıyordum. Eski bir piyano vardı. Müşteriler “Çalsana” demeye başladılar. Öyle böyle derken restoranda bayağı sahne yapar oldum. Sonra New York’ta Carnegie Hall’e davet edildim. Orada çaldım.

        ■ Neler oluyor demedin mi hiç?

        Aslında dedim. Ama bir yandan da müzisyenlik gibi bir düşüncem yoktu. Okulu bitirip psikolog olacaktım. Hayalini kurmadığın şeyleri yaşayınca ayakların öyle çok yerden kesilmiyor.

        ■ İyiymiş...

        Carnegie Hall’den sonra bu sefer televizyon programlarına çıkmaya başladım. Buradaki Beyaz Şov ayarında yerler. Babamın restoranı patlayacaktı artık. Kapısında kuyruk oluyorlardı. Yavaş yavaş, acaba düzenli konser mi versem düşüncesi oluşmaya başladı. Hani böyle davetlerde değil de biletli, profesyonel bir yerde. Sahne ayarladık. 750 kişilikti. 100 kişi gelse mutlu olurum diyordum. 5 hafta öncesinden biletler tükendi. İlgi çok olunca ikincisini de peşi sıra yaptık.

        ■ O saatten sonra, “Galiba ben bu işi yapacağım” dedin mi?

        19 yaşında Carnegie Hall’de ikinci defa sahneye çıktım. 3 bin kişi vardı. Ayakta alkışladılar. O an “Bayağı güzelmiş bu iş” dediğimi hatırlıyorum. “Bir dene olmadı okula dönersin” dedim. Annem de 42’sinde bitirdi üniversiteyi. 50 yaşına geldiğimde başkalarını görüp “Keşke ben de yapsaydım” diye pişman olacağıma...

        ■ Şimdi bırakabilir misin peki?

        Bana bu soruyu konserin tam ortasında kesip sorsan “Asla” derim. Çünkü o an müzik her şeyim. Ama şimdi otururken vazgeçilmez gelmiyor. Her şey bir anda tepetaklak olabilir. “It’s okey”. Sağlıklıyım. İki kolum, bacağım var. Yaparım bir şeyler...

        ■ Ama öyle bir yerdesin ki hayatını anlatan belgesel bile var...

        O şahane işte.

        ■Nasıl oldu peki?

        Kilim sayesinde. Daha Carnegie Hall’de falan çıkmamıştım. Restoranda şarkı faslı bittikten sonra yine garsonluk yapıyordum. Kebapları, şarapları götürüyordum masalara. Belgeseli çeken Mercedes Stalenhoef da arkadaşlarıyla yemeğe gelmiş. Masasına servis yaparken “Ne güzel CD, kimin bu” diye sordu. “Canlı çaldım” dedim. İnanmadı. Duvarlara asılı birkaç fotoğrafım vardı. Onları gösterdim. Bayıldı. Sonra yine geldi. “Şahane bir projem var, bir deneyelim, beğenmezseniz yapmayız” dedi.

        ■ Sence sende ne gördü?

        Hollanda’da cazla ilgilenen bir Türk kızı fikri hoşuna gitmiş. Çünkü orada Türk aileleri daha muhafazakâr gibi algılanıyor. Bir de kendisi yarı İspanyol. Bende gençliğini gördüğünü söyledi. O da bulunduğu ortama göre farklı. Sıradan hayatı olan bir kızın istediğinde neler yapabileceğini kanıtlamak istedi. Hesapta 10 günde bitecekti, 5 sene sürdü.

        ■ Neden?

        Konserler vermeye başladım. Haydi onu da çekelim, derken plak şirketleriyle görüşmeler, dünya turu...

        ‘NENEM ÇİÇEK ALMIŞ, SAHNEYE ÇIKTI’

        ■ 5 yıl boyunca birinin seni gözetlemesinden bıktığın oldu mu?

        Gerçekten zor. Şu an beni görüyorsun; takma kirpik koydum, kıyafetlerimi giydim. “I’m good”. Ama mesela sabah 7’de kalkmışım, daha kahvemi içmemişim, kamera tepemde. Bir sürü önemli anım da kayıt altına alındı bir taraftan.

        ■ Mesela?

        Belgesel ilk konserimle bitiyor. Nenem de izlemişti. İlk kez Hollanda’ya geliyor, sahnede beni ilk görüşü... Konser sonunda ben tam selam vereceğim baktım nenem geliyor. Çiçek almış, sahneye çıkıyor. Herkes şaşırdı. Anlattım tabii. İşte mesela o sahneyi izleyenler nasıl hüngür hüngür ağlıyorlar bilemezsin.

        ■ Peri masalı gibi. Defosu yok mu?

        Konservatuvara almadılar mesela. “Yaptığın müziği anlamıyoruz” dediler. Onlar alışmış; bu caz, bu rock, bu klasik müzik... Ben hepsini karıştırıp bir şeyler yapıyordum. Farklı buldular. O da var belgeselde...

        ‘İyi müzik yapayım yeter’

        ■ Türkiye’den kimleri dinliyorsun?

        Sezen Aksu, Bilal Karaman, Jülide Öztürk, Şevval Sam, Leman Sam, Selda Bağcan, Fazıl Say...

        ■ Türkiye’ye mi daha yakınsın Hollanda’ya mı?

        Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?

        ■ Yurtdışında işler bu kadar iyi giderken neden Türkiye’de de tanınmak istiyorsun?

        Dünyayı geziyorsun. New York’ta bile insanlara “Domates, Biber, Patlıcan”ı söyletiyorsun ama Türkiye yok. Deneyeyim istedim.

        ■ Bu başarı hep böyle devam eder mi sence?

        Umarım. Daha fazla da olmasın, azalmasın da...

        ■ Niye artmasın, dünya starı olmak istemez misin?

        Starlık beni çok çekmiyor. Öyle ünlü olmak gibi hırslarım yok. İyi müzik yapayım yeter. Evet şahane bir hayat; evinde oturuyorsun, bir telefonla Sao Paulo’da konserdesin. Ya da öyle bir yere davetlisin ki yan masada U2 yemek yiyor. Ama aynı zamanda çok yorucu. Doğru zamanda uyuyamıyorsun, yemek yiyemiyorsun. Arkadaşların partilerdeyken sen evdesin.

        ■ Ya da Hollanda Kraliçesi’nin en sevdiği müzisyenlerden birisin... B

        irkaç açılışta konser vermiştim. Kraliçe Beatrix da oradaydı. Tanıştık. “Bizim kızlar; 3 prensesimiz var ya, sana bayılıyor, tüm gün albümünü dinliyorlar” dedi. Şoke oldum.

        ‘Ben biliyorum köyümü’

        ■ Hataylıymışsınız...

        Evet. 1960’larda dedem Hollanda’ya çalışmak için gelmiş. Sonra annem, sonra babam. Sonra da ben doğmuşum. Köylerinin ismini bana vermişler.

        ■ Hiç gittin mi?

        Her yaz.

        ■ Bağını koparmadın yani...

        Tabii. Ben biliyorum köyümü.

        ■ Amsterdam’dan Karsu’ya geçiş nasıl oluyor?

        Çok güzel. Amsterdam’da koştura koştura yaşıyorsun. Hatay’a gelince her şey sakin, doğa, sessizlik, yemekler, ailem.. Herkes orada.

        ■ Ailen Hatay’ı terk etmeseymiş sence nasıl bir hayatın olurmuş?

        Yine güzel bir hayat. Amca kızlarım falan hep orada. Hepsi üniversite mezunu. Ama tabii piyano elime geçer miydi bilmiyorum. En azından 7 yaşında sahip olamazdım.

        ■ Köydekiler başarına ne diyor?

        Bak çok ilginç; 2 sene önce yazın Ricciotti Orkestrası’na katıldım. Dünyayı dolaşan bir ekip ama öyle büyük şehirlere, popüler meydanlara çalmıyorlar. Konsere gelemeyen insanların ayağına gidiyorlar. Ankara’dan başladık. Nevşehir, Kırşehir, Kapadokya... İki buçuk hafta boyunca her gün 6-7 konser. Karsu’ya da gittik. Herkes geldi. Ben söylüyorum onlar dinliyor. Yüksek Yüksek Tepeler’i söyledim en son. “Ben köyümü özledim” diyor ya hani, o kısımda hepsi hurra ayağa kalktı. Alkış falan derken bir ağlaştık...

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ