Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Yaşam HT Pazar Dikta rejiminde ‘Yol’u seyretmek!, Muhsin Kızılkaya, Yılmaz Güney, Yılmaz Güney Yol filmi, Yol, Nuri Bilge Ceylan, Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu, Altın Palmiye, 12 Eylül, 12 Eylül 1980

        Muhsin KIZILKAYA / HT PAZAR

        Nuri Bilge Ceylan, Yılmaz Güney’den 32 yıl sonra Cannes Film Festivali’nden “Altın Palmiye” ödülü kazanınca, bir anda basın sanki “Yol”un başına hiçbir şey gelmemiş gibi, filmden ve Şerif Gören’le birlikte yaratıcısı Yılmaz Güney’den bahsetmeye başladı. Oysa “Yol”, 1999 yılına kadar bu memlekette yasaklı bir filmdi. Madem ona dair herkesin bir hikâyesi var, daha önce bir yerlerde anlattığım kendi hikâyemi burada tekrarlamak farz oldu bana da...

        Belleğim beni yanıltmıyorsa, 1984 kışı olmalı. İstanbul o zamanlar daha gri, havası daha kasvetliydi. Şehrin iman tahtasına bir kâbus gibi çöken sisle karışık kirli bir havanın hüküm sürdüğü bir akşamüstü, inşa etmeye başladığımız öğrenci derneklerinin kuruluş çalışmalarının nirengi noktasındaki arkadaşım Zeki geldi; fısıldar gibi, “Akşama hazır ol, çok önemli bir işimiz var” dedi ve gitti. Zeki’nin bu tür sır vermez konuşmalarına alışkındım, yine bir “eylem” vardı demek; merakla akşamı bekledim.

        Okul çıkışı üniversitenin kapısında beni bekliyordu. Hafif tedirgin oldum, hiç de “eyleme çıkacak” havada değildim. Zeki beni meyhaneye götürecek değildi ya? Koluma girdi, Kapalıçarşı’dan geçerek Eminönü’ne, iskeleye yöneldik. Vapurda kulağıma eğilerek fısıldadı:

        “Yol’u seyretmeye gidiyoruz!”

        O sırada sorulacak ne çok soru vardı Tanrım! Bildiğimiz “Yol” mu, hakkında her gün gazetelerde yeni bir “vatana ihanet” haberini okuduğumuz Yılmaz Güney’in “memleketimizi dış güçlere şikâyet eden”, “birlik ve beraberliğimizi sağlayan, huzur ve güven ortamını borçlu olduğumuz” anlı şanlı 12 Eylül harekâtımızı “küçük düşüren”, içinde Kürtçe şarkıların olduğu, hatta yer yer Kürtçe replikler geçen o eroin kadar yasak, silah kadar tehlikeli filmden mi bahsediyordu acaba? O ortamda “Yol”u izlemek, 12 Eylül’e küfretmek kadar tehlikeliydi... Ne diyor bu akılsız?

        YOL’U SEYRETMEK BİR EYLEMDİ

        Hiç soru sormadım. Ayaklarım Zeki’nin yanı sıra beni hızla Kadıköy İskelesi’ne yaklaştırdı. Vapura bindik, konuşmuyor, sadece düşlerimde bile görmeyeceğim bir şeyin gerçekleşmek üzere olduğunu düşünüp tir tir titriyordum.

        1984 kışında İstanbul’da okuyan Hakkârili bir genç, 12 Eylül darbesine karşı hayatının en büyük eylemlerinden birisini gerçekleştirmek üzereydi. Evet, eyleme gidiyordum! “Yol”u seyretmek bir eylemdi çünkü.

        Kozyatağı’nın arka mahallelerinde, yanık kömüre yemek kokularının karıştığı bir apartmanın üçüncü katındaki çekyatlı, 37 ekran bir televizyonu olan bir odaya girdik; içerde bizi bekleyen üç kişi daha var. Bir örgüt evine, büyük bir eylemin planlarını yapmak üzere giden tedirgin, ser verip sır vermemeye yeminli, kararlı militanlar gibi hissediyoruz kendimizi. Sanki yakalanırsak kimse kimseyi tanımayacak, herkes bu gece duyduklarını, gördüklerini burada bırakıp gidecekti.

        Çekyata oturmuş üç kişi televizyonu karşılarına almıştı, benle Zeki de kendimize köşede bir yer bulduk. Tam karşı köşede, sanki yüz yaşındaymış gibi duran, en çok da bana Yılmaz Güney’in “Baba” filminde rol verdiği kendi annesini hatırlatan yaşlı bir kadın var; ev sahibi Zeki’nin arkadaşının annesi... Bize hiç soru sormadı, kendi aramızda konuşmuyoruz biz de, ev sahibi çocuk kalkıp perdeleri tekrar kontrol etti, dışarıya ışığın sızmadığından emin olduktan sonra videonun “play” düğmesine bastı. Ve “Yol” başladı! Biz beş genç adam, bir de yüz yaşında bir kadın, hep birlikte eyleme geçtik!

        BİR YILMAZ GÜNEY BİLİR, BİR DE O DAĞLARI YURT BİLMİŞLER

        Hayatımda zaman hiç bu kadar hızlı akmamıştı. Zaman o andan soyutlanmış, beni alıp 37 ekran televizyonun içinden geçen film zamanına götürmüştü. Bir yıl önce gelmiştim filmin geçtiği coğrafyadan. İşkenceyle öldürülüp cesetleri Zap Suyu’na atılan arkadaşlarımın çığlıkları hâlâ kulaklarımdaydı.

        Sınır boyunda şaha kalkmış atın, binicisiyle birlikte köye girdiği sahnede, Kirapêtê Xaço’nun sesinden gelen “ehmedo ronî”yi, o zaman jenerikte geçen adıyla Sebestiyan Herekol, Zülfü Livaneli’nin bulup oraya koyduğunu hiç sanmıyorum. O türküyü bulup oraya yerleştiren Yılmaz Güney’den başkası olamaz. O dağları, o ovaları, o sınır boylarını düşündükçe; aklıma düştükçe o dağlar, kayalarıyla, börtü böcekleriyle, vahşi hayvanlarıyla Kirapêtê Xaço’nun sesine eşlik etmeye hazır olduklarını bir Yılmaz Güney bilir, bir de o dağları yurt bilmiş olanlar... Oraya en uygun müzik odur, o anı ancak “Besnayê” türküsü anlatabilir... Müzik çaresiz kalır, şiir susar, söz ezgiye dönüşür, gelir yapışır perdenin kıvrımlarına...

        Artık oralardasınız, kendi dilinizden size, ilk defa çağdaş bir aletin vericisinden sesler, görüntüler ulaşıyor. Zaman ne kadar çaresiz... Bingöl dağları karlıdır, Zînê tutsaktır, Zînê ölüme yazgılı... Filmi seslendiren amatör sürgünlerin sesi, hiçbir zaman Zînê ismindeki “e”nin üzerindeki şapkayı unutmaz.

        Dağ dilini konuşuyor filmin dublajını yapan sürgünler, bütün amatörlükleriyle... Fransa’ya kaçmışçocukluk arkadaşım Ahmet Zirek, Tarık Akan’a ses verirken, beş sene sonra Fransa’dan ta Kozyatağı’na, kasvetli bir evde “Yol”u seyreden bana da sesini ulaştırdığını bilmiyordu. Köye gitmek üzere hareket eden minibüsteki insanların konuşması, o günden itibaren Yılmaz’la (Güney değil, Erdoğan) aramda şaka konusu olageldi bugüne. “İnsanın aklı kendine düşman olur mu, benim aklım bana düşman” repliği, Ahmet’in sesinde, o günden beri, tam 30 yıl boyunca, zor anlarımda hep rehberlik etti bana. Ve o günden sonra Diyarbakır’a her gidişimde, Halil Ergün’ü seslendiren bir başka amatör sürgünden “İşte Diyarbakır, yıllar sonra Diyarbakır! Karım, çocuklarım...” repliğini duydum. Ve gerçekten de her Diyarbakır’a gidiş, yıllar sonra Diyarbakır gibiydi! Yaralıydı, canhıraş bir çığlıktı Diyarbakır!

        ‘ODAYI KARARTMIŞTIK, HIÇKIRA HIÇKIRA AĞLIYORDUM’

        Kozyatağı’ndaki o evde, trende Halil Ergün’ün Meral Orhonsay’la sevişmeye çalıştığı, sinemanın o en erotik, sinemanın o en acıklı sahnesinde, biz eylem koyan beş genç çok utanmış, hiçbirimiz kafamızı kaldırıp yüz yaşındaki o kadınına bakamamıştık. Toy delikanlılardık, film çok etkileyiciydi. İstanbul’a yeni gelmiş, memleket hasreti çekiyordum; odayı karartmıştık, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Babam da Seyidali gibi çaresiz kalışının öyküsünü anlatmıştı bana defalarca... Kar altında kalmış, katırının sırtındaki arpa çuvalını yere indirmiş, bir bıçak darbesiyle yırtmış, katırın kafasını çuvalın içine sokmuş, katırın karnının altına sığınmış, kar yağmış yağmış, iki gün sonra köylüler bulduklarında, katırın sadece kulakları dışarıdaymış... Hikâye düşünecek zaman değil. Şimdi eylemdeyim. O zamanlar “Yol”u seyretmek bir eylemdi!

        Galiba “Yol”u seyretmek, en son devrimci eylemim olarak kaldı kişisel tarihimde. Bir daha herhangi bir yasadışı eyleme kalkışmadım. Veya yaptıklarımın tümü, o gün yaptığımın yanında hep devede kulak kaldı. O gün “devrim” olmadıysa, bir daha “devrim” çok zor olurdu!

        O evden çıktığımızda muzaffer birer komutandık beşimiz de. Dikta rejimine kafa tutmuştuk ne de olsa!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ