Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem İstanbul devrim tarım kimdir, kör kitapçı, samatya'daki kör kitapçı, ışıl cinmen röportaj, kör olmak nasıl bir duygu

        IŞIL CİNMEN

        icinmen@haberturk.com

        HABERTURK.COM

        Fotoğraflar: Özge Mine Sarıçam

        Kör bir kitapçı.

        Eskişehir’in ücra bir köyünde başlayan hayat, onu İstanbul’da Samatya’nın ortasındaki küçük kitapçıya kadar getirmiş.

        Kapısının önünde 5 dilde “kitapçı” yazıyor.

        Ermenice, Kürtçe, Rumca, İngilizce, Türkçe.

        İçinde gözleriyle hiç okumadığı ama ruhuyla ezberlediği 1500 kitap var.

        Hepsi kendi kitapları, hepsi eski...

        Nasıl geldi buraya?

        Neden bunca kitabı şehir şehir yanında taşıdı?

        Neden seviyordu onları?

        Kör olmak nasıl bir duyguydu?

        Görmemek mi daha zordu yoksa kendini beğenmiş insanların dünyasında onlar gibi olmamak mı?

        Hikayesini duyduğumdan beri kafamda ona sorular soruyor, cevaplarını tahmin etmeye çalışıyordum.

        Sonunda yanına gittim.

        Ufak bir kapı gıcırtısıyla içeri girdim.

        “Ben Işıl.”

        Bana bakmadığını biliyordum ama beni gördüğü hissine kapıldım.

        Yanındaki tabureye oturdum.

        Ruhu kilitli gibiydi.

        Açmak için arkeolog gibi çalışmam gerekecekti.

        “Acele etme” dedi.

        “Sorularını cevaplayacağım ama sakın saatine bakma.”

        Onun yanında aceleye yer yoktu.

        Bir süre sessiz kaldık; rahatsız edici değil, yumuşak bir sessizlik...

        Birbirimize alışıyorduk.

        Bilgisayarının sesli direktiflerini dinleyerek bir müzik açtı.

        İranlı kemancı Farid Farjad, Pari Kojaee’yi çalmaya başladı.

        Yavaş yavaş anlattı.

        6 çocuklu, taşralı bir ailenin tekne kazıntısıydı.

        Sırtını duvara dayar gibi güvenle dayanabileceği bir aile değildi onunki.

        Mesela görmediği için bahçede düşüp durduğu çukuru kapatmak yıllarca kimsenin aklına gelmemişti.

        Başında saçlarıyla kapattığı yara izlerine dokunarak; “İşte ailem” dedi.

        5 yaşına kadar kör olduğunu bilmiyordu çünkü kimse ona söylememişti.

        Görmek, kapalı gözlerinin ardındaki “transparan” boşluktan ve güneş ışınlarının verdiği acıdan ibaretti.

        Diğer çocukların gördüğünü bilmediği için, “Neden hep ben düşüyorum?” diye düşünüyordu.

        “Neden onlar yapabiliyor da ben yapamıyorum?”

        Sonra 5 yaşında, arkadaşları onu yakantop oyununa almadıkları zaman nedenini öğrendi.

        Çocuk acımasızlığı, çocuk kırılganlığını deldi.

        “Neden beni de almıyorsunuz?”

        “Körsün sen!”

        Ne hissettiğinizi hatırlıyor musunuz?

        Hatırladığım ilk duygu bu… Öfke ve kederle karışık tedirginlik ama büyük bir kavrayıştı hissettiğim.

        Ailenize kızmadınız mı “benden neden sakladınız?” diye?

        Hayır. Bizimki öyle kızabileceğiniz bir aile değildi. Feodal, taşralı… Kadın, erkekten çok çalışır tarlada. Özel değilsindir, kendine ait bir odan yoktur, bir arada yatarsın. Her şey iç içedir. Kör olsan bile fazladan bir ilgi bekleyemezsin.

        KÖYDEKİ DEVRİM

        Anlattığınız aileden Devrim isminde bir çocuğun çıkması şaşırtıcı değil mi?

        Dayım… Dayım 68 kuşağından, solcu, aydın bir öğretmendi. Babamları, “Ecevit” diyerek ikna etmiş. Köylü milleti sever Ecevit’i… Nüfusta yanlış yazmasınlar diye ismimle, doğum tarihimi de betona kazımış. Ailede doğum tarihi bilinen tek kişi benim. 30 Mayıs… Köylüler dayımı dışlardı, içki içerdi çünkü. Bense dayımdan çok şey öğrendim, okula gitmem için de o ön ayak oldu.

        Kitaplarla ilgilenmeye de onun sayesinde mi başladınız?

        Hayır, bu muamma. Kendi kendine oldu. Anlama isteği, merak ve kavrama kabiliyeti mayamda var herhalde. Daha 4 yaşındayken sağdan solda dağıtılan, eve gelen dini kitapları ablam ve abim bana okusun diye onlara yalvarırdım. Bizim evde kimse kitap okumazdı.

        Hiçbiri mi?

        Standart bir köylü ailesinde insanlar birbirine benzer. Farklı biri çok nadir çıkabilir.

        Babam için kitap boşa verilmiş para, boşa harcanan zaman demekti. Bense kitap sayfalarında ne yazdığını hep çok merak ettim. Daha kabartma yazıyı öğrenmeden kartondan harfler kestirir, dokunarak neye benzediklerini anlamaya çalışırdım. Aile ile olan ilişkim travmatikti ama küçükken ayrıldım yanlarından.

        Nereye?

        6 yaşında ilkokulu okumak için Ankara’ya körler okuluna yatılı gittim. Ortaokulu da orada, yatılı okudum. Fakat evden daha iyi miydi? diye sorarsan, hayır. Oradaki şiddet ve anlayışsızlık da ayrı bir travmaydı. Ben muzır, disiplinsiz ama zeki bir çocuktum, o yüzden bana daha toleranslı davranırlardı.

        KÖR OLMAK NASIL BİR DUYGU?

        Kör olmak nasıl bir duygu? Siyah mı?

        Benim için siyah ya da karanlık yok; renkler sizin için. Transparan, şeffaf bir şey var. Sonradan kör olanlar için de böyledir. Görsel hafıza sürekli tekrar ister; yenilenmediği zaman unutulur. Bazen zorluyorum dokunduklarımı hayal etmeye, renkleri düşünmeye çalışıyorum ama ortaya çok flu bir şeyler çıkıyor. Sizin gördüğünüzle aynısı değildir.

        Rüya görüyor musunuz?

        Elbette.

        Nasıl?

        Görüntüler yok ama ses ve his var. Sabah uyandığımda rüyanın bilgisi geliyor.

        Yani "kaza yaptım ve hastanede doktora aşık oldum" gibi mi?

        O kadar fantastik değil ama evet hahaha.

        Türk filmlerindeki gibi bir gün gözleriniz görmeye başlasa, neyi görmek isterdiniz?

        Gökyüzünü. Aralıksız 24 saatini izlemek isterdim gökyüzünün…Tüm o renklerin değişimini görmek isterdim. Ve sonra her şeyi… Bakışları… Hoşlandığın birine nasıl baktığını, kızdığında gözünde çaktığı söylenen o şimşeği görmek isterdim. Dünyayı sizin gördüğünüz kadar doğal görünceye kadar, yani her görüntü sıradanlaşıncaya kadar her şeyi görmek ne kadar heyecan verici olurdu.

        Peki buradaki hangi kitabı gözlerinizle okumak isterdiniz?

        Çok, çok eski bir kitabı… İçine eski zamanlarının tortusu sinmiş, yaşanmışlığı taşıyan, belki el yazısıyla yazılmış bir kitabı. Diğerlerini okuyorum zaten. Sayfalarını scan ettirip, bilgisayarın mekanik sesiyle de olsa biliyorum. İçindekileri biliyorum…

        KARANLIK CEHALET, AYDINLIK BİLGELİK Mİ?

        Geceyi mi yoksa gündüzü mü seviyorsunuz? Fark var mı sizin için?

        Geceyi severim. Küçükken, göz sinirlerim henüz tamamen ölmemişken ışığa karşı bir hassasiyetim vardı. Gündüz bile perdeleri çekili olan odada kalırdım çünkü ışık gözlerimi çok ağrıtırdı. Hala güneş bana o eski ağrıları hatırlatır.

        Karanlığın cehalet, aydınlığın bilgelikle özdeşleştirilmesi aslında ne kadar da saçma…

        Böyle düşünmenize sevindim. Bu metaforların kaynakları nerden geliyor? Tamamen görmek üzerine bir dil kurulmuş, bunlar binlerce yıllık hegemonik ön kabuller… Homeros kördü ama karanlıkta mıydı? Anlattığı mitler bilgelikle dolu değil mi?

        GÖREN ÇOCUKLARLA AYNI SINIFTA TEK BAŞINA

        Hiç gören çocuklarla aynı okula gittiniz mi?

        Lisede… Çünkü körler okulunun ortaokuldan sonrası yoktu. Parasız yatılı sınavını kazandım ve gören çocuklarla aynı sınıfta tek başımaydım. Onlar benimle konuşamadı, ben onlarla… Sanırım birbirimize nasıl yaklaşacağımızı bulmayı beceremedik. Bir kere bile “Bizimle teneffüse bahçeye gelsene” demediler, ben de “Gelebilir miyim?” diyemedim. Rehber öğretmenler de iletişim kurmamız için pek yardımcı olmadı. Sonra bana gıcık olmaya ve beni gıcık etmeye başladılar.

        Neden?

        Çünkü insanlar, özellikle o yaşlarda, onların size acımasına izin vermezseniz size sinir oluyorlar! Çok tuhaf ama böyle. Ben pek çoğundan daha donanımlı, bilgiliydim. Bilgime duydukları bir hayranlık vardı ama bana acımalarına izin vermediğim ve mağdur gibi davranmadığım için gaddarlaştılar.

        “KİTAPLARI ALFABETİK SIRAYLA OKURDUM”

        Nasıl başa çıktınız?

        Sanırım içimdeki ve merak ve anlama kabiliyeti sayesinde. Körler okulunda başladığım okuma serüveni lisede devam etti. Kütüphaneye giderdim, günde 1 cilt kitap okurdum. Bir kılavuz rehber olmadığı için de kütüphanedeki kitapları katolog sırasıyla, alfabetik okurdum. Ve radyo…

        Müzik mi yani?

        Hayır. Özel radyolar kurulmaya başlamıştı. Hafta sonları radyo programı yapmaya başladım. İki programım vardı: Birisi hayatta başarılı olmuş engelli insanları anlatıyordu. Diğeri de bir rock müzik programıydı.

        SONUÇ: ODTÜ

        Peki geceleri yurtta kalırken aynı dışlanma devam ediyor muydu?

        Evet, lise 2’ye geçtiğimde artık dayanamadım. “Üniversite sınavlarına hazırlanacağım” dedim ve aileme gecekondu tarzında bir ev tutturdum. Bir dershanenin sınavlarını tam bursla kazandım ve sınavlara hazırlandım.

        Sonuç?

        ODTÜ, Uluslararası İlişkiler.

        Tebrik ederim! Aileniz sizinle gurur duydu mu?

        Hayır, bununla gurur duymaları için ODTÜ’nün ne anlama geldiğini bilmeleri gerekirdi. Fakat bir üniversiteye girmiş olmama sevindiler.

        “HAYALİM DİPLOMAT OLMAKTI”

        Hayaliniz neydi?

        Diplomat olmak! Dünyanın farklı ülkelerini gezmek, kültürlerini tanımak istiyordum ve diplomat olabileceğime inanıyordum. Çocukça değil mi? Sonra sistemin bazı gerçeklerini anladım ve diplomat olamayacağımı kabul ettim. ODTÜ, 8 yıl sürdü.

        Lisedeki gaddarlardan sonra iyi gelmiştir size eminim…

        Güzeldi, çok güzeldi. Çok arkadaşım oldu orada, nitelikli insanlardı. Okulun sağladığı politik kültürün ve sanatsal ortamın tüm olanaklarından yararlandım. Paneller, konserler, gösterimler hepsine katılırdım.

        İLK AŞK!

        Sevgiliniz oldu mu hiç?

        İlk sevgilimle ODTÜ’de tanıştık. Görmeyenlere kitap okuyan gönüllü okuyuculardandı. İzmirli’ydi, Psikoloji okuyordu.

        Neden ayrıldınız?

        Dört ay sürdü. Ben çok depresiftim, varoluşsal bunalımdaydım. “Birlikte intihar etmeliyiz!” dediğim için ayrılmış olabilir mi? Hahahaha.

        VE İSTANBUL…

        İyi bir neden! 8 yılın sonunda ne oldu?

        Bir iş dolayısıyla İstanbul’a geldim. İş, bahanesi oldu biraz, gelmek istiyordum. 2006’da… Vay vay 8 yıl olmuş. Samatya’ya taşındım.

        Ya bu kitapçı?

        Evin içine sığmıyordu kitaplar. Ucuz bir yer bulayım, kitaplarım orada sabit kalsın, ufak tefek satış da olur belki diye düşündüm. Burayı kurunca çok hoşuma gitti. Elime para geçtikçe içeriyi düzenledim ve 1 yıldır Samatya sahafıyım.

        Seviyor musunuz Samatya’yı?

        Çok. Burası Türklerin, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin, Romanların, Gürcülerin yaşadığı çok renkli bir yer, hem de denize yakın. Ben farklılıkları zenginlik olarak görüyorum. Hepimiz farklı olabiliriz ama önemli olan eşit olmamız… Samatya, bilinçli bir tercihti. Dedim ki, “Ben bu işi yapacaksam çok dilli olmalı, çok dilli kitapçılık yapmalıyım.”

        BİR GELEN TEKRAR GELİYOR

        Gün içinde kaç müşteri geliyor?

        Bazen hiç. Ayın 15-20 günü siftah yapmadığım oluyor. Buranın kitapçı olduğu zor fark ediliyor dışarıdan zaten… O yüzden bilenler geliyor ama bir gelen bir daha geliyor. Görmeyenler, benden fiziki bir kitap aldıklarında, onun taranmış halini de hediye ediyorum. Eski kabartma kitaplar bana geliyor; ben de onları o kitabı merak eden başka birine gönderiyorum.

        Bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

        5 yıllık kalkınma planım yok ama kısa vadeli bir planım var. Para bulur bulmaz üzerinde Türkiye’de konuşulan tüm dillerde “anadilinde oku” yazan 10 bin ayraç bastırmak istiyorum. Ondan sonra ise… Sıkılana kadar devam! Belki ileride kitaplarımı da alıp bir sahil kasabasına yerleşirim. Kim bilir!

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ