Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: “Su da neyin nesi?”

        2008’de, hayatı boyunca mücadele ettiği depresyona yenik düşüp, kendini asarak, intihar ettiğinde 46 yaşındaydı. Geride adeta matematiksel biçimde kurgulanmış ve kült mertebesine erişmiş, ‘İğrenç Adamla Kısa Mülakatlar’, ‘Sistem Süpürgesi’, ‘Sonsuz Jest’ ve ‘Bir Daha Yapmayacağım Eğlenceli Olası Şey’ gibi birçok yapıt bıraktı. Yukarıda alıntı yaptığım ise ‘Bu Su’ adlı kitabından… 1962 doğumlu, Amerikalı David Foster Wallace’ten bahsediyorum. Önümde duran ‘Bu Su’ adlı kitapta ise yazar; algının tuzaklarını, insanın kendi kendini hapsettiği kafesleri, gözlerimizin önünde uzanmalarına rağmen kavramakta zorlandığımız gerçekleri yalın ve duru bir dille anlatıyor.

        “Nasıl düşünmek gerektiğini öğrenmek aslında neyi nasıl düşünmemiz gerektiğini kontrol etmeyi öğrenmektir. Ancak klişeleşmiş olsa da şunu unutmayalım; düşünce iyi bir hizmetçi, kötü bir efendidir. Yetişkinlerin çoğunun kendilerini başlarından vurarak intihar etmesi tesadüf değildir. Böylelikle kötü efendileri vurmuş oluyorlar. Bu intiharların çoğunda gerçek olan şu ki, aslında tetiği çekmeden çok önce zaten intihar etmiş oluyorlar... Ne kadar üzücü.” diyerek intiharının sırrını çok önceden açıklayan yazar Wallace.

        Yazarın ‘Bu Su’-‘Yaşama Uğraşına Dair Bir Yol Haritası’ alt başlığıyla, (2009) Siren Yayınları’ndan çıkan kitabını dilimize çeviren ise Hakan Toker. Yaşamı neresinden askıya asarsanız orada asılı kalıyor ya nasılsa. Hani her yazıda inceden döküldüğüm gibi; şimdi bir nehrin kıyısında öylesine duruyoruz ya. Yamacımızdan da akıp gidiyor ya tüm bizi yiyip, bitiren dünyevi-likler. İşte ondan sebep, DNA aktarımında günü kotarmanızı sağlar mahiyetinde, belki bulunduğumuz nehirden Wallace’in kitabına bakmak isterseniz…

        ŞİŞEDE İSTANBUL, MASADA İSTANBUL

        “Evin içinde bir oda, odada İstanbul / Odanın içinde bir ayna, aynada İstanbul / Adam sigarasını yaktı, bir İstanbul dumanı / Kadın çantasını açtı, çantada İstanbul / Çocuk bir olta atmıştı denize, gördüm / Çekmeğe başladı, oltada İstanbul / Bu ne biçim su, bu nasıl şehir / Şişede İstanbul, masada İstanbul / Yürüsek yürüyor, dursak duruyor, şaşırdık / Bir yanda o, bir yanda ben, ortada İstanbul / İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım / Nereye gidersen git, orada İstanbul.” dediği gibi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın, her sabah trafiğine ve keşmekeşliğine söylendiğimiz, uykuya beş kala performanslarında solo küfürler yağdırdığımız ama yine de vazgeçemediğimiz Yeditepeli şehir İstanbul… Bir de Bülent Ortaçgil’in “Bu şehr-i İstanbul ki / Taşı toprağı moloz” diye söylediği şarkısı vardı değil mi, İstanbul demişken es geçmek olmaz!

        Filmlere, şarkılara, romanlara ve aşklara ilham olan İstanbul’u şimdi bir de tiyatro sahnesinden yeniden keşfetmeye ne dersiniz? Eğer cevabınız evetse, 2 Temmuz- saat 20.30, 3 Temmuz saat-15.00 / 20.30, 4 Temmuz ise-saat 15.00’te, rotanızı Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne çevirmenizde fayda var. İstanbul Şehir Tiyatroları, temmuz ayına Devr-i İstanbul adlı güzel bir seyirlikle merhaba diyor. Eser, insan yerleşiminin Paleolitik Çağ’a dayandığı bir şehrin, İstanbul’un öyküsünü anlatıyor. Devr-i İstanbul’da, günümüze gelene dek İstanbul’un çeşitli bölgelerinde yaşamış olan insan topluluklarının hayatı; neredeyse son bir asra damgasını vurmuş, kullanılan özel kostümler eşliğinde (400’den fazla kostümden söz ediyorum) gözler önüne seriliyor. Bir zamanlar Muhsin Ertuğrul’un, Vasfi Rıza Zobu’nun, Hazım Körmükçü’nün, Bedia Muvahhit’in ve Cahide Sonku’nun giydiği kostümler, şimdi çıraklarının bedeninde yine sahne üzerinde, yeniden bizlerle buluşuyor.

        Türkiye ve İstanbul tarihine yön veren önemli olayların kronolojik bir sırayla derlenerek, hafızalardan silinmeyen şarkılarla, adeta şölene dönüştüğü, İstanbul’un alt başlığında, Türkiye’nin ve hepimizin öyküsünün anlatıldığı Devr-i İstanbul’u Can Doğan tasarlayıp-yönetmiş. Dramaturgluğunu Özge Ökten, sahne tasarımını Mehmet Emin Kaplan, kostüm tasarımını Eylül Gürcan, müzik direktörlüğünü Murat Bavli ve koreografisini Senem Oluz’un üstlendiği oyunda; Aslı Narcı, Berk Samur, Berna Adıgüzel, Caner Bilginer, Ceysu Aygen ve Cihan Kurtaran gibi isimler rol alıyor. Eserin provalarını izleme şansım olmuştu. Ama şimdi tam tekmil izleyebileceğim ben de. Gösteriye katılım ücretsiz. Bir maniniz yoksa sizi de bekleriz! Tel: (212 240 77 20)

        (Bu arada heyecanla beklediğim-iz, 17. Uluslararası Caz Festivali, dün gece start aldı. The Marmara Esma Sultan’da gerçekleşen açılış töreninden benim anladığım bu yaz, İstanbul en koyusundan cazın ustalarıyla daha bir şenlenecek! Bünyede cazın iyileştirici-onarıcı etkilerini görmek için de; cumartesi rotanızı Taksim-Tünel hattına bir çevirin, sonra bakın nasıl pazartesi sendromu olmuyormuş görün. Benden söylemesi! Caz programı için: www.iksv.org/caz)

        ***

        MERAKLISINA NOT:

        Günümüzün önde gelen düşünürlerinden İoanna Kuçuradi’nin yaşamı belgesele konu oluyor. Belgesel film, ülkemizde insan hakları mücadelesinin son 30 yıllık serüveni, Türkiye’de felsefenin kurumsallaşması ve 1960’ta üniversiteleri sarsan 147’ler olayı gibi konulara değiniyor. 1945’te kurulan Dünya Felsefe Kurumları Federasyonu’nun ilk kadın başkanı olan, Türkiye Felsefe Kurumu’nun kurucularından, İoanna Kuçuradi’nin yaşamını anlatan belgeselin ön gösterimini, 5 Temmuz, saat 18.00’de, Maltepe Üniversitesi’nde Ahmet Adnan Saygun Sahnesi’nde izleyebilirsiniz. Tel: (216 626 10 50)

        memisbetul@gmail.com

        Diğer Yazılar