Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        memisbetul@gmail.com

        Altıdan Sonra Tiyatro’yu yeniden aynı sahnede buluşturan Katilcilik, bu sezonun en oyunları arasındaki yerini aldı. Ben de oyunun yazarı ve yönetmeni, algısının hastası olduğum Yiğit Sertdemir’le incesinden bir kelama düştüm. İşte size kalanlar…

        “Bir varmış, bir de yokmuş…Çok eskiden değil de şimdiki zamanlarda, insanlar böyle yaratık gibi bir şeyin içine girip, orada başka hayatlar yaşarlarmış…. ‘ben ben ben’ diye diye ölürlermiş. Sonra işte zaman yine bu zamanlarmış… Artık üç kişi olmuş bunlar…”

        Herkesin bir hikâyesi ve en sevdiği bir masalı vardır. Sizin hikâyeniz nedir, masalınız hangisidir bilmiyorum ama Kumbaracı50’nin yeni seyirliği, ‘Katilcilik’ böyle başlıyor ve her şeyin farkındaymış gibi yapan bizleri, üç farklı hayatın otopsisine tanık ediyor.

        Şimdi bir maniniz yoksa; sizleri kıvamında bir yazarın-tiyatrocunun, kelamına götüreceğim fakat öncesinde, Katilcilik’e birazcık dokunalım…

        Birazdan kendisiyle hemhal olacağımız, us’umuza her daim şahane hareketler serpiştiren Yiğit Sertdemir’in yazıp, yönettiği, dekor tasarımında imzasının da bulunduğu oyunda, ‘Altıdan Sonra Tiyatro’ ekibindenAslı Can Kortan, Gülhan Kadim, Şirin Keskin, Ebru Gözdaşoğlu, Seda Özen Yürük, Erkan Kortan, Yaman Ömer Erzurumlu, Onur Tuna, İhsan Dehmen ve Seyfi Erol rol alıyor. Müziklerini Onur Kahraman, kostüm tasarımını Candan Seda Yalım Balaban (bu arada bilahare kendisinin, muhabbeti ve pek şukela kuklalarına geleceğim), ışık tasarımını İsmail Sağır ve fotoğraflarını Sevgi Can’ın üstlendiği ‘Katilcilik’i, sezon boyunca Kumbaracı50 sahnesinde seyredebilirsiniz.

        KAFASI GÜZEL ADAMIN KELÂMINDAN

        Gerçek şu ki;Yiğit Serdemir ve Altıdan Sonra Tiyatro ekibi, işin içinde olduğunda, yaptıkları projelerin şerecesini dökmeye gerek kalmıyor. Zira tecrübeyle sabittir, onlar en âlâsından bir dünya yaratıyorlar, gidip de bu dünyanın bir parçası olmamak imkansız! Hadi gelin, üşenmeyip hatırlayalım: ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’, ‘Barzo ile Konserve’, ‘Dertsiz Oyun’, ‘Yokuş Aşağı Emanetler’, ‘Haz Makamı’, ‘Fail-i Müşterek’, ‘444’, ‘Öldün, Duydun mu?’, ‘O.B.E.B.’, ‘Kapıların Dışında’ ve ‘Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi’… Belirtmeden geçemeyeceğim; hem kelama düştüğümüzde, hem de söyleşiyi çözerken çok eğlendim. Beyin loblarını arada bir havalandırmak iyidir minvalinde, umarım Katilcilik’i seyreylemeden önce, Yiğit’e göre 70 dakika bana göre paralel evrende olmak istediğim yerdeyim’in kelamı, size de iyi gelir! Unutmadan, kelamımızın yarısında masamızı Tomris İncer de şereflendiriyor. (Es notu: Ey, aklı her daim başında, ensesi her daim serin ve ODTÜ’lülere hişt’lemeyip de empatiyi empati yapan okur; Katilcilik bu sezonun ‘en oyun’larım arasındadır, seyredip daha da güzel olmanızı salık veririm. Oyunun iskeletini anlatamıyorum, zira Yiğit’ten ayar yedim, o yüzden lâl’a bağladım: latife ediyorum-dermişim!)

        KATİLCİLİK ÖCÜNÜ ALDI…

        Uzun bir aradan sonra Altıdan Sonra Tiyatro’yu aynı sahnede buluşturan, şahsına münhasır hikâye ‘Katilcilik’ten bahsedelim?

        2006 yılında, aklıma bir şey geldi. Yazayım diye, oturdum başına ama başka bir şey çıktı:

        ‘Öldün Duydun mu?’ oyunu... Sonra başka bir oyun yazmaya oturdum ama o da olmadı. Kısaca, ‘Katilcilik’ rafa kalkmıştı fakat onu düşündüğümde, aklıma hep intihar etmiş bir adam hikâyesi geliyordu. Ve bu senenin başında, ‘Katilcilik’ köşeden göz kırptı bana: öcünü aldı diyelim. Ekiple de Italo Calvino’nun ‘İkiye Bölünen Vikont’undan sonra birlikte oynamamıştık. Bu bakımdan da Katilcilik’le yine aynı sahnede buluşmak güzel oldu. Ama metine, 6 yıldır da dokunmuyordum. Konusu ve içeriği değişimlere uğradı, gerçi ilk sahnelenen halinden bile farklı şu an.

        Katilcilik’in mayası nereden çıktı? Bir de 6 yıl öncesinin hikâyesi, şimdi ki zamanda, nasıl değişimler geçirdi?

        Aradaki süreç sebebiyle ve dekorla ilgili sıkıntıdan kaynaklı değişim oldu. Ortak akıl önemli bizim ekipte ve genelde bir göz mekanizmamız var. Yani öyle burnunun dikine durumu olmuyor, oluyor da uzun süre olmuyor. (Gülüyor.) Katilcilik, internet üzerinden tanışan üç kadın üzerinden gidiyor. 2000’lerin ortasında ‘msn’ daha yeni yeni sıçrama yapmıştı. İlgimi çekti benim de. Ayrıca ufak bir de tecrübem olmuştu bu Katilcilik’in konusunu oluşturan hikâyeye benzer. Tecrübeleme dediğim yani Katilcilik’in mayasına gelince; O zamanlar, sosyal ağ platformunda (msn) edebiyat-felsefe odaları vardı, nick name’lerle söyleşilerin yapıldığı. Ben de iki farklı kişi ile tanıştım bu odaların birinde; kadın ve erkek. Edebiyat üzerine ciddi ciddi sohbetler yaptık. Bir gün, İzmir-Buca’ya ailemi ziyarete gitmiştim. Buraya kadar gelmişken görüşelim dedik. Ve beni evlerine davet ettiler. Eve gittim ve bu iki insanın abla – kardeş olduğunu öğrendim... Şimdi gözümün önüne gelen figürler; karanlık iki tip. Bomboş ev, yer yastığından başka salonda hiçbir şey yok. Ev, tren istasyonu yanındaydı ve tren geçtiğinde sallanan ve bozulan sessizlik hali, hâlâ aklımda kalan. Fakat yanlış algılanmasın, ikisi de entelektüel tiplerdi; evet, tuhaf ve acımasız gibiydiler ya da sonradan bakınca fotoğraf öyle görünüyor. İstanbul’a döneceğimden, evden ayrıldım… Yani orada hissettiğim; o garip bakışmalardan sonra bunlar beni öldürebilirdi, oldu. Ben, üçüncü kişiydim. İki kardeş var ve ötekisi de yani ben de avım diye düşündüm. Yani o zamandan ortaya çıkan hikâyenin epizodik ve otopsi sahnesinin olacağı belliydi. Bir de masal anlattığı sahne var o zamandan.

        ESKİDEN SAKLANIRDIK ŞİMDİ TEŞHİRE YÖNELDİK

        Zaten senin bütün oyunlarında yahut hikâyelerinde bir masal alemin var?! Bu masal aşkı nereden?

        Doğru… Çünkü hikâye anlatmayı seviyorum ben. Ayrıca hikâye anlatma keyfim var benim, ki hikâyenin, seyirci ile buluşturan bir dokusu da var. Çok hikâye okuyarak büyüdüm, roman değil, sadece hikâyeler ve şiirler. Katilcilik’te anlattığı masal da değişti. Çünkü hikâyedeki buluşmalarını anlattığı internetin hayattaki yeri de farklı artık. Önceden internet, kendini sakladığın bir oluşumdu yahut paylaşımdı, şimdi ise daha çok teşhire yöneldi. Aksine bir durum gelişti. Ben, Katilcilik’te, kendisini teşhir etmek yerine hâlâ saklamaya çalışan üç kişinin-kadının buluşmasını anlatmaya çalıştım.

        Tüm bunların yamacında tiyatroya-yazmaya başladığın ilk zamanlardan şimdiye, sen ne durumdasın? Bitenler, kalanlar…

        Yazmaya çok erken başladım. 24 yaşında, ‘Bekleme Salonu’nu yazdım. O vakitler, şu anki gibi olağanüstü, çok fazla yazan yoktu. Berkun Oya, Yeşim Özsoy Gülan ve ben. Bizim için yeni bir soluk diyorlardı; yeni yazar… Zaten ben, rastlantı sonucu yazmaya başladım. Evet, o zamanlar gelmeyin üstüme olayı oldu biraz. Bu durum gerginlik yarattı da. Kendi çapımızda kavrulurken, ödül geldi, ‘aa duyuyorlar’ olduk. O.B.E.B. oyunuyla da ses getirdik, hatta ekibin adını O.B.E.B. sandılar ilk başta. Sonra ‘444’ oyunu geldi ve ekip daha da duyulmaya başladı. Bunlar tabii bir şeyler yüklüyor omuzlarına. Ama şöyle de bir şey var; aslında bir yere gelmek, o kadar da zor değil.

        HER SEFERİNDE ÇOK MUTSUZ OLUYORUM

        ‘Bir yere gelmek zor değil’den alırsak, bu durumun sende etkisi ne oldu? Bu kadar ‘iyi yazar’, ‘şahane yazar’ tanımları, yazarken veya üretirken seni daha da yoruyor mu, yoksa sen yine devamda mısın?

        Tekrar yazdığım şeylerde geri dönemiyorum ben. Bitirdikten sonra geri dönüp de düzelteyim olmuyor. Oynanış yani sahne üzerinde oyuncuya bırakıyorum, oyuncu şekillendiriyor. Mesela, ‘444’ oyunundan sonra 2-3 sene yaz(a)madım. Elim gitmedi. Bende şöyle olmuyor: “Hadi bakalım, tabi canım, hmm, öyle de yazarım, böyle de…” Ben, her seferinde çok acı çekiyorum ve çok mutsuz oluyorum. Oldu mu, olmadı mı sorularının yanında, bir beğeniyorum, bir beğenmiyorum. Öyle bir serüven yani. Ben hep denemeye çalıştım aslında. Ortak tarafları vardır muhakkak, zira aynı kişi yazıyor. Ama bütün oyunların tarzları üsluplarının malzemesi farklıdır, dokunmak istediğim şey farklıdır, söylemek istediğim bu.

        Bunlara karşın imzanı çaktığın yer, çok belli. Naçizane, bir izlek olarak ben; senin herhangi bir oyunundan çıktıktan sonra ‘bu Yiğit’in hikâyesidir’ diyebiliyorum. Bu halinin farkında mısın?

        Eyvallah… Ben o dediğin şeyin farkında değilim. Dün, mesela Fail-i Müşterek’in son sahnelenişiydi. Bir daha oynayacak galiba! Ayrıca şu cümle de gerçek olacak; yoğun istek üzerine bir daha oynamaya başlayacak, sanırım… (Es notu: Ve tabii dayanamayıp cümlesine giriyorum. Ama az sabredin, bu sorunun cevabı birazdan daha da netleşecek.)

        VİCDAN RAHATLAMASI BÖYLE BİR ŞEY DEĞİL

        Fail-i Müşterek ile vicdan rahatlaması mı yaptın yahut yapıyorsun?

        Dün, aynı soruyu sordu birisi. İlk defa seyretmiş; ‘Niye bitiyor oyun, devam etsin lütfen! Rahat uyuyorsunuzdur demi? İnsan, dert ediyor ve siz, o derdinizle ilgili bir şey yapabiliyorsunuz. Biz yapamıyoruz. Vicdanınız rahattır!?’ dedi. Hayır işte, bir şey yapınca değil, yaptığın şey, bir kişiye ulaşınca vicdanın rahatlar.

        Peki sen ulaştığına inanıyor musun?

        Hayır. Bitirme sebebim, biraz da bu zaten. Bir işe yaradığını düşünmüyorum… Tamam, izlendi, elbet birilerine ulaştı ve etkilenenler oldu tabii ama... Öyle bir şey değil istediğim…

        Ne olmasını istiyordun ya da isterdin?

        Sonunda ne olması gerektiğini aslında ‘Dertsiz Oyun’da anlatmaya çalıştım. Ben yapınca olsun diye değil, tiyatro bir gün bunu yapsın diye. Beklentisi bu... Kişinin ya da kişilerin ve tabii hikâyelerin, tiyatroyu araç kılarak bunu başarması gerekiyor. Ben de bunu yapmaya gayret ediyorum.

        ŞEHİR VE APTAL KELEBEKLERİ

        Sen sanki tiyatro yapmasaymışsın da bir şeylere el atarmışsın gibi geliyor. Kısaca, senin bir kaşıntın varmış da tiyatro buna bahaneymiş gibi...

        16 yaşında üniversiteye girdim. (İTÜ Makine Mühendisliği girişli; Yeditepe Üniversitesi burslu tiyatro bölümü mezunu) Mühendis olmayacaktım biliyordum. İlk oyunumu, 17 yaşındayken yaptım. Yönetmen bendim, ama yaşım tutmuyor diye, oyun sonrası arkadaşlarla içmeye gidemiyordum, düşün! Yani nereden nereye geldim durumundaki algıları hallettim. Ya da o tür durumlar, erken halloldu diye düşündüm hep. Ama belki de kendimi kandırdım. Bilmiyorum. Ayrıca karşıdan da öyle halletmiş ya da halletmemiş gibi görünüyor da olabilirim. Tiyatro olmazsa ölürüm, kısmını ise bilmiyorum ama tiyatro olmadı ve ben ölmedim. 6 ay kadar ölmedim, yaşadım. Ama o zaman aralığı da, bana ‘Gerçek Hayattan Alınmıştır’ı yarattırdı. Bir şekilde kusmasam ölürüm herhalde.

        Ve “Şehir ve aptal kelebekleri” bu mevzu nedir? Ne diyordun metinde, “Sanrıların kararı bu, sanrılara sövme…” Hastası oldum üstadım?! (Merak edenler, arama motorundan bulup, dinleyebilir.)

        (Çok gülüyor.) O çok eski bir mevzu. 20’li yaşlarımızın başındayız. Ev arkadaşım Ata’nın şiiri bu. Bir gün, ‘şimdi bir şiir yazdım, al oku’ dedi, ben de ‘okurum’ dedim. Evde de kötü bir bilgisayar ve kötü bir mikrofon var o derece… Bir kere de okudum… Eğlenceliydi ama internete koyması hoş olmadı. (Gülüyor.) Şimdi Marmara Üniversitesi’nde hoca kendisi, ayrıca kalemi de iyidir.

        HÂLÂ ÜRETEBİLİYORSAK UMUT VAR DEMEKTİR

        Son sanatsal durumları göz önünde bulundurursan, süreci nasıl görüyorsun?

        Ben umutsuz değilim. Kendi adıma umutsuzum, orası ayrı. Memleket, dünya ve sanat adına umutluyum.

        Bu umut nereden geliyor?

        Hâlâ bir şeyler üretiyoruz ve üretebiliyorsak da umut var demektir. Ne kadar sürer böyle dersen de; 5-10 sene sürer ama 15 sene sonra bir sıçrama, bir patlama olacak diye düşüyorum. Ayrıca kötü dönemlerin sonucu, hep iyi şeylere gebe olmuştur. Tarihe bakalım, her şey daha net.

        Hepimiz-sanatkârlar-izlekler neden bir araya gelemiyoruz? Çok geç kalmadık mı?

        Bunları deneyimlediğimiz ve öğrendiğimiz bir süreçteyiz. Bizim kuşak, genç bir kuşak. Daha yeni yeni ‘apolitik olmamalıymışım, bir dakika ya’, diyeli 5 sene oldu, şimdi bu insanlar, 40-45’lere doğru bir şeylere yönelecek diye tahmin ediyorum. Bir kere alttan gelenler dolmuş geliyor fakat dolu gelmiyor, ne yazık ki! Ama en azından dert ediyorlar. Bir kere, bu kadar düşünen-üreten varsa ortada, aksi düşünülemez. Ve bu dertler üzerinden kendini anlatmaya çalışan ya da benzer dertleri anlatan insanlar varken, umutsuzluk, haksızlık olur diye düşünüyorum.

        İLK PROVADAN OYUNUN ÇIKMASINI BEKLEME

        Bugünün genç kuşağın yaptığı alternatif tiyatro ya da yüzüne karşı tiyatro durumu, 80 dönemi ve önceki kuşaktan farklı bir kadrajda! Bu dönemin gençleri-yazanları, daha kendileri ile hemhal oluyor da sizler daha toplumsal bellek üzerinden gidiyormuşsunuz gibi geliyor bana! Yani bugünün genç tiyatro algısında, bir boşluk-havada kalmışlık var gibi?!

        Biz de dün konuştuk bu konuyu. Derinlikten yoksun bir bakış açısı hakim gibi ya da bana-sana-bize öyle geliyor. Ama bu dönemde, bu üretim çabası çok değerli. Bu bir süreç zaten… Bir de ilk provadan oyunun çıkmasını beklemelisin hiç bir zaman. Böyle düşünüp de bekleyen yönetmenler var. Ben hep diyorum; en iyi yazdığım şey, henüz yazmadığım… O yüzden de risk alın, hata yapın! Hem hata yapayım-yapalım… Ben daha yazmadım, yazacağım diyorum hep. Mesela, ‘444’ şablonunu bir hafta verin, yazarım diyorum. Onun matematiğini biliyorum ya da O.B.E.B., örnek bir hafta bile sürmez. Ama Karabahtlı’yı şimdi biraz daha rahat yazarım, o zaman yazamazdım. Fail-i Müşterek ise ömrümü çürüttü, o derece. ‘Gerçekten Hayattan Alınmıştır’ ise 35+1 yıl meselesiydi. Hep deneme halindeyim, ‘başka türlü nasıl anlatılır’ın denemeleri bunlar… Çünkü tiyatronun biçimsel arayışı yok, seyre dair bir arayışı var. Son 10 senedir tiyatroda gelişim; oyun türünü aramak değil, seyirciyi fark etmek üzerine gelişti. Biz seyirciye bunları yapıyoruz, o zaman onlara ne yapıyoruz sorusu gündeme geldi; Kişi neye güler. O.B.E.B.’te kişi neye güler, sayfalarca yazdım. Gülüyorsa da amacına ulaştığı anlamına mı geliyor, gibi kafayı böyle kırarak...

        Ama her zaman, çok beğenenler ya da mesaj veriyor, zaten biliyoruz diyenler olacaktır!?

        Evet, öyle de zaten, yaşlı kuşak, ‘biz bunları biliyoruz’ diyor. Genç ya da bizim kuşak ‘ee, yani’ diyor! Ben de; siz oradaydınız zaten, size yapmıyorum ki diyorum. Ya olağanüstü bulunuyor ya da bu ne ya gibi... Ben, birileri için yapıyorum-yazıyorum. Sizin için yapmıyorum ki, mesele bu. Sürekli Türkiye’de fars oynandığını düşünsene…Ya da görsel bombardıman gibi bir şey anlatmaya çalışıyorum işte Surname oyununda olduğu gibi...

        BİZ O TUFAYA DÜŞER MİYİZ HİÇ!

        Evet, senin yazıp yönettiğin, Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen, ödüllü Surname 2010 ile de bazıları, Osmanlıcılık mevzusuna takmışlardı?

        O da cılız bir söylem. Biz, o tufaya düşer miyiz hiç! Boşuna Sühendam Hanım olmadı padişah karakteri. Surname, benim açımdan şu ana kadar yaptığım ‘üreten, yazan, yöneteni’ olduğum oyunlar arasında, seyirciye mesajını en doğrudan iletebilen, yaratısından taviz vermeyen bir oyun oldu.

        Biraz önce de dillendirdiğin üzere bu kadar kırarak yaratma halinden sonra, böyle durumlara karşı sen de, biz seyircilere ya da söylenenlere karşı ‘ee..?!’ olmuyor musun?

        İşte bir süre sonra ‘ee.. oluyorsun’ ama senin düşündüğün şekilde değil. Farklı bir deneyimleme bunlar; beni anlasınlar maksadıyla yapılmış şeyler değil yani. Bu yapılan şey ulaşsın, beğenilsin anlamına da gelmiyor bu. Bana diyorlar ki; çok iyi oynuyorsunuz… İyi de beni ilgilendirmiyor ki bu. Ulaşsın, tek dert bu.

        AMA YAKILACAK BİR YERİNİN OLMASI GÜZEL

        Peki bu kadar çok üretirken, tüm bunların ortasında, ‘Yiğit’ nerede konuşlanıyor, yani kendine döndüğünde? Hani biraz önce umut dediğin rotada… Hadi bize alamet-i farikanı söyle de nasiplenelim!

        Filufu… (Gülüyor.) Herkesin bir filufu’su vardır nasılsa. Ya da farkında değildir belki. Çok mutsuzluğa düştüğüm olmuyor mu oluyor tabii. Ama artık bir zaman sonra gelişti sanırım bu hissiyat; kendini abi - baba gibi hissediyorsun. Bende de öyle oldu. Şimdi bir Tomris İncer’le oynamak benim için bir hayaldi. (Böyle derken Tomris İncer, güzel gözleriyle masanın başında sohbetimizi dinliyor, tebessüm ediyor ve birazdan sahneye çıkacağı oyunun makyajını yapıyor.) Sumru Yavrucuk, Civan Civanova ile aynı masada kahvaltı yapmak hayaldi. Bazen evde durup dururken ne ara olduk diyorum. Bir yandan sorumluluk yüklüyor tabi tüm bunlar. Sonucunda da abi üretelim oluyorum. Açık Radyo’da Nâzım Hikmet’i, Oğuz Atay’ı yapıyoruz, bunun yanı sıra Kumbaracı50’de yazarlık atölyesi var. Yeni yazarlara, tiyatroculara her zaman kapımız açık. Yani burası aile üstü bir yapı-yer artık. Ve bizler çok şanslıyız Kumbaracı50 olarak. Evet, burası çok acı çekti, fiziksel olarak da ruhen de. Yakılmaya çalışıldı, seyircisi azaldı, buna benzer durumlar yaşadık. Ayrıca şu da var; yakılacak bir yerinin olması güzel. Anlatabiliyor muyum; bir yerinin olması güzel.

        Aile yapısında hep bir sakatlık vardır. Sizin ailenin sakatlıklarını kim(ler) sarıyor? Bir de evet, her şey geçiyor tamam da geçerken ne olacağız?

        Altıdan Sonra Tiyatro, uzun zamandır birbirini tanıyor. Zaten bu zaman aralığından dolayı da herkes birbirinin yarasını iyi biliyor, artık bıçağı sokup da çevirdiğinde dahi acımıyor. Ben çok değerli üstatlar-hocaların öğrencisiydim. Onlardan çok şey öğrendim, gördüm ve hâlâ da (yanında oturan Tomris İncer’i göstererek) öğrenmeye devam ediyorum. Bu tür insanlarla birlikte olmak, dokunmak-temas etmek güçlü olmayı gerektiriyor. Bazen, tabii ki odaya kapanıyorum, çok kötü ve mutsuz oluyorum ama yalnızken. Bu başka bir şey, ki ben ömrüm boyunca böyle yaşayacağım tamam, bunu biliyorum zaten. Ama tam tersini dillendirmeye hakkım yok. Gerçek şu ki; bizim hiçbir zaman paramız olmadı, dibe çöksek de tamam ne yapıyoruz, bu da geçer dedik. Geçecek daha önceleri de geçmişti. Geçmese de kalabalığız biz. Birisi düşerse diğeri tutuyor nasılsa. Kendi adıma ben çok şanslıyım.

        (Sohbetimize, hastası olduğum Tomris İncer de katılıyor. Aslında o naif bakışları, halet-i ruhiyesiyle, arada bir bizi toparlıyor desem daha güzel olacak. Buradan bir kez daha kendisine en temizinden sevgiler şelale...)

        BU MESLEK BİR KİŞİYE YAPILIYOR

        Belli bir kadraja-kafaya gelince, birilerinin çıkıp da ‘bla bla olmamış, bla bla’sı fazla gelmiş’ demesi sizleri rahatsız etmiyor mu?

        Tomris İncer: Kime yaptığın önemli... Aynı kişiler diyorlar ama olsun, bir kişiye yapıyoruz biz. Erol Keskin, bir oyunda, bilmem ne tüfeğinin horozu öyle değil, olmaz demişti. Kim görecek saçmalama dediler. O da, 600 kişilik salonda, 1 kişiye oynuyorsun, görür ve görürler, öyle demeyin diyordu. Bu meslek bir kişiye yapılıyor. Anlamaz dediğiniz insanları da, hayat törpüler, siz üzülmeyin.

        Yiğit Sertdemir: Ayrıca kestiremiyorsun ki, belki de sen-ben kendini bir şey sanıyoruzdur. Benim tiyatro yapmak ya da öğrenmek isteyenlere söylediğim ilk madde; artistlik ve ukalalık yapmıyoruz! Bazı şeyleri de zaman içinde gördük ve görmeye devam ediyoruz. Yazarken de bu böyle, hayatta yürürken de. Yazdıklarım ve sizlerin seyrettikleri benim için, bu dediğim şeyler, bir de bu taraftan algılamak lazım.

        Birilerine ulaşsın eyvallah da hep aynı kişiler üzerinden dönüp duruyor bu seyir hali de sanki. Bu da bir handikaba dönüşmüyor mu?

        Yiğit Sertdemir: Fail-i Müşterek’in çıkış noktası gitmek üzerineydi aslında. Turneye çıkarmaktı oyunu. Planımız buydu. Almanya’ya gitti ama Türkiye içinde yol alamadık. Belki yine bizim bu Türkiye tiyatrosu dediğimiz şey Beyoğlu ya, öyle oldu ya… Ne yazık ki; Beyoğlu’nun dışına çıktığında karşılığını çok bulamamış gibi oldu. Yoksa planımız, arabaya atlayıp gitmekti. Maalesef buraya – mekâna bağlı kalmak durumunda kaldık, çünkü çalışan bir ekibiz, tiyatro haricinde de. Bu da hareket kabiliyetimizi sınırlandırdı.

        Bu kadar emek harcanıyor ve sonra oyun, belli tarafın izlencesi olarak bir yerde kalıyor. Geçenlerde, Destar Tiyatro’dan Berfin ve Mirza’yla da paylaştığım gibi ‘Fail-i Müşterek’, ‘Disko5 No’lu’, Ebru Nihan Celkan’ın ‘Nerde Kalmıştık?’ gibi oyunları, bir DVD yahut ona benzer bir arşivleme yöntemi ile kayıt edilip, Anadolu’da üniversitelerle-derneklerle paylaşılamaz mı?!

        Başta biz de Fail-i Müşterek’in belgeselini yapmak istedik. Düşüncemiz; önce Avrupa’nın sahne ve meydanlarında, sonrasında da burada meydanlarda oynamaktı. Bitince de ikisinin algısında, iki tane de belgesel yapmak istiyorduk… Ama yukarıda söylediğim durumlar nedeniyle yapamadık. Ama DVD fikrini düşünmemiştik, iyi bir çekimle olabilir aslında. Zira Fail-i Müşterek’in burada oynama esprisi kalmadı artık.

        KISACA ALKOLDE BOĞULMUYORUZ

        Bu kentsel dönüşüm kapsamında, alternatif tiyatro mekânlarının da nasibini sürgün edilerek almasına ne diyorsun? Ve Altıdan Sonra Ekibi’nin, bir B planı var mı? Ve tabi son olarak yeni projelerden bahsedelim…

        Şimdilik biz burada yerimizdeyiz. Zaten bir şeyler olursa da biz, bir yokuş buluruz illa ki. Ben yazarak söylüyorum, ne demek istediğimi. Bir sürü şey var, zira her gün yeni bir şey çıkıyor ya da başka bir sorunla karşılaşıyoruz ama seneye ne yapacağız, hangi projeyi üretsek daha iyi olur, diye konuşuyoruz hep. Umutluyum ben… Şimdi bir de şu durum var; nerede, nasıl tiyatro yapacağız diyen gençler oluyor, gelip bana sorduklarında, tek söylediğim: ‘Birbirinizi bulun, solundakine sordun mu, belki o da istiyor. Nerede yapacağım diye karşındakine bakacağına, yanındakine bak’ diyorum. Şu an yüz binlerce insan, yan yana durduğu halde, çok yalnızım diyor. Nefes aldığımız sürece yahut aklımıza hâlâ bir fikir geliyorsa, umut var demektir. Biraz önce söylediğim umuda döndük yine. Hastayı iyileştirmek için başka yöntemler yok, bekleyeceğiz diye böyle bir şey yok! Hâlâ deniyoruz biz. Kabare yapalım komedi ağzıyla olsun, belki böylesi ya da öylesi neyse daha iyisi hangisi diye… İşte son olarak sahneye koyduğumuz “6 Üstü Oyun” projesi de bu fikirle başladı. Bugün temalı ve duayen oyuncuların tek kişilik oyunlar halinde sahneleyeceği bir proje. Yazar nasıl yazarsa yazsın, teatral olarak beğenmezsen beğenme ama tema bugünü anlatıyor. İlki Ebru Nihan Celkan’ınyazdığı, Sumru Yavrucuk’un yönettiği ‘Kimsenin Ölmediği bir Günün Ertesiydi’. İkinci proje ise 28 Ocak’ta seyircisiyle buluşacak olan, Civan Canova’nın yazdığı, Nihal Koldaş’ın yönettiği, Ayşenil Şamlıoğlu’nun oynadığı ‘Evaristo’ var.

        Tomris İncer: Kısaca; alkolde boğulmuyoruz…

        İçimden geldi notu: Bu kafası şahane, sol yamacında pek şukela hissiyatlar atan insanlarla, aynı gökyüzü altını şereflendirdiğim için mesudum; Tomris İncer ve Yiğit Sertdemir, eyvallah! İstiyorum ve diliyorum ki; üç günlük, fani ömrümüzde, Altıdan Sonra Ekibi, hep tiyatro yapsın ve biz izlekler, eli kalem tutanlar ya da kendini bir şey sananlar da artık -gerektiğinde- elimizi taşın altına koyalım. Tomris Hoca’nın dillendirdiği üzere alkolde boğulmayalım… Şimdilik eyvallah!

        Program hakkında bilgi için Tel: 212 243 50 51 / 532 255 55 80 / http://kumbaraci50.com/ ya da http://www.altidansonra.com/

        Diğer Yazılar