Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Uykumuzun bir ucunda bombalar / bir ucunda hürriyet inancı sabaha kadar / İngiliz usulü piyade tüfekleriyle / insanca yaşamanın onuru arasında / milletcek bir gidip bir geliyoruz… / biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya / sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya / anamız çay demliyor ya güzel günlere / sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa / sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız / bu, böyle gidecek demek değil bu işler / biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz / ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını / işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.” Üstat (Cemal Süreya), 1960’ların büyüklerine yazmış bu şiiri. Adı da o dönemin gidişine en afilisinden selam çakar nitelikte; ‘555k’… (Üşenmeyip, hatırlayalım niyetine: Adını, 5. ayın, 5. günü, saat 5’te Kızılay’da gerçekleştirmesinden alan eylem, Cumhuriyet tarihinin ilk ‘sivil itaatsizlik’ eylemi olarak anılıyor. Sonrasında malum 27 Mayıs Darbesi… Düşünüyorum da bugünün (çoğu) şairleri/edebiyatçıları, neden hâlâ ortada yoklar acaba?!)

        Şu an bulunduğum mevkii Galatasaray Meydanı’nda, en üstadımın ‘555k’sıyla selama durmak istedim ben de; içimden bir kez daha kırılarak, aklımdan bir kez daha adalet ve umut kelimelerini, akşamdan hazırladığım çamaşır sulu leğene bastırarak!

        BİZ ŞİMDİ ALÇAK SESLE KONUŞUYORUZ YA…

        Günlerden cumartesi, saat tam 12.00, her zaman olduğu gibi kalabalıklar akıyor Beyoğlu, İstiklal Caddesi’nden… Fakat 469 hafta boyunca, bu kalabalıklardan ak(a)mayanlar da var! Her cumartesi, Galatasaray Meydanı’nda, bu kalabalıklara; ‘biz, şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya / sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya… / bu, böyle gidecek demek değil bu işler / biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz” diyen Cumartesi Anneleri gibi. Kınalı ellerinde, kayıp çocuklarının / yakınlarının fotoğrafı, yazmalı saçlarının kırlarında çoğalarak meydanın kalabalıklarına ‘failler belli, kayıplar nerede?’ pankartlarıyla feryatlarını, makamlara ve vicdanlara iliştirmeye devam eden Cumartesi Anneleri... (Erken içimden geldi notu ve üstüne ricamdır: Önümüzdeki herhangi bir cumartesi, akanların değil de ak(a)mayanların yamaçlarına ilişin! Ses vermeseniz de bi kulak kabartın: Nefeslendiğimiz bu topraklarda birileri, sırf erkanlarda, söz / tanıdık / kartvizit sahibi diye ‘öldürmek’ ya da ‘cesetleri’ kafalarına göre toprağa gübrelemek zorunda mı?! Ve birileri de sırf o diğer birileri, onları, ‘öteki’, ‘taraf’ dedi/gördü/seslendi/istedi diye ‘ölmek’ ya da ‘cesetlerini’ toprağa gübre etmek zorunda mı?! Kimiz efendim biz?! Kaç ömürlük fanileriz?! Biraz daha insan insan meyledip, rahat durmayı mı denesek acaba?! Ya da ‘artık çok geç oldu’ şiarında, gidip rüyaya mı dalsak?! Zira bizler için bitmeyen uyku saati çoktan geldi çattı bile! O vakit, ne diyoruz: ziyanı çok ama devam, devam…)

        GÖZALTINDA KAYIP GERÇEĞİ İLK KEZ…

        Bu şahit olduğum 469’uncu hafta eylemi… Anneler, bu defa, 21 Mart 1995’te gözaltına alındıktan sonra ‘kaybedilen’ ve ‘devletin’, 58 gün boyunca ‘bizde yok’ dediği fakat sonrasında kimsesizler mezarlığında bulunan Hasan Ocak’ın faillerini soruyor. Hasan’ın dinlediği eski kasetleri, çaldığı sazı, öğrenci kimlik kartı ve fotoğrafları, karanfiller eşliğinde pankartın üzerine serilirken, fonda da çok derinden ‘hoşça kalın, en yakın zamanda görüşmek üzere’ diyen banttan sesli tebessümünün yamacına, 77 yaşındaki annesi Emine Ocak’ın: ‘Ben, oğlumun kemiklerini buldum ama tüm kemikler bulununcaya kadar ve failler yargılanana kadar bu meydanda mücadele etmeye devam edeceğim’ sözleri düşüyordu. (Resmi kayıtlara geçti mi bilinmez / hoş geçse de ne olurdu (ne yazık ki) güvenilemez(!) ama: ‘Ölüm nedeni, tel veya iple boğulma olsa da, yüzü tanınmaması için parçalanmış ve vücudunun her yerinde işkence izleri fotoğraflanmıştı’ diye notlar düşüldü, kara kaplı insanlık defterimize.) Hasan, ‘devletin’ kara kaplı defterinin, ne ilk, ne de son kaybıydı ama tüm ‘cumartesi anneleri’ ve nazarında tüm vicdanların simgesi olmuştu, çünkü ‘gözaltında kayıp’ gerçeği, ilk kez bu kadar kanıtlı ve tanıklıydı. Ve tabii ki adı nüfus kayıtlarına T.C. geçen lakin sonrasında T.C.’nin bağrına basamadığı, üvey muamelesi çektiği Hasan’lardan biriydi sadece… (Es notu: Galatasaray’da, her cumartesi, saat 12.00’de, ‘kayıplar son bulsun, kayıpların akıbeti açıklansın, sorumlular bulunsun ve yargılansın’ talepli Cumartesi Anneleri ve insanların oturmaları, Hasan’ın ve Hasan gibi gözaltında kaybedilen Rıdvan Karakoç’un cansız bedeninin bulunmasıyla 27 Mayıs 1995’te başladı. Annelerin, 465. buluşması ise Rıdvan Karakoç’u anarak olmuştu: ‘Kaybedenleri koruyan yargı, bizim için adalet sağlar mı? diye.)

        FAİLİ BİLİNEN BİR FAİLİ MEÇHUL OLARAK KALAN

        Bu arada Hasan Ocak kim miydi? Hani, 13 Nisan 1965’te, Tunceli’de doğan, toprağa verildiğinde daha 30’larında genç bir öğretmen... Ailesinin, işkenceyle öldürülmüş bedeninin İstanbul Beykoz Ormanları’nda bulunup, kimsesizler mezarlığına gömüldüğünü öğrendiği... Hani, dönemin İnsan Hakları’ndan Sorumlu Devlet Bakanı’nın, o dönem ‘Toplumdan hükümet adına özür diliyorum’ dediği, buna rağmen faillerin, 19 yıldır yargılan(a)madığı... Hani, 19 Mayıs’ta, binlerce insanın katıldığı büyük bir törenle Gazi Mahallesi mezarlığına gömülen... Hani, ‘faili bilinen bir faili meçhul olarak kalan’ Hasan Ocak(lar).

        Anma bitiminde, uzaklaşırken us’umda Nevzat Çelik’in şiiri ‘ölmek ne garip şey anne’ diyen Şafak Türküsü, aklımda ise Express’in 2013’te, 138. sayısında, Didem Danış’ın, akademisyen Deniz Yonucu ile “devlet şiddeti ve ‘mimli’ mahalleler” başlıklı söyleşisi. Okumak isteyenler, ‘birdirbir’in sitesinden yeniden göz gezdirebilirler.

        (İç ses: Bu yazı da, yaşasaydı bir hafta sonra doğum gününü kutlayacak olan Hasan’ın nazarında, tüm Hasanlar’a gelsin... Şimdilik eyvallah!)

        Diğer Yazılar