Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Atlas eğer isterse dünyayı yer bırakıp, ortalıktan kaybolabileceği bilgisine sahipti; ama yalnızca bu fikre sahip olmasına izin vardı.” En üstadım Franz Kafka böyle nidalanıyordu bi vaktiler dediğimiz 1880’lerin sonunda, aynı gökyüzü altını şereflendiğimiz bu alemde! Üstat, o tarihlerde kendini iyi edememiş belki amma sonrasında gençlerin rotasına fener olduğu kesin! Her daim dimağlarına hasta olduğum gençlerden ba(ğ)zıları yine güzel işler peşinde; genç tiyatroculardan oluşan Atlas Tiyatro Araştırmaları, Kafka’nın bu cümlesiyle not düşüyor sahnelerinin gölgesine… (Bu bağlamda da baştan kıymetlimiss oldular orası ayrı!) İlk oyunları Kafka’dan ‘Yuva’, ikinci oyunları Goethe’nin ‘Genç Werther’in Acıları’ adlı öyküsünden uyarlama ‘Werther&Lotte’, son oyunları ise geçtiğimiz haftalarda seyircisiyle buluşan Kafka’dan ‘Dönüşüm’… (Tiyatro Hal’den hastası olduğumuz) Ece Çelikçapa (1987), Sercan Özinan (1987) ve Özge Öztürk’ten (1984) oluşan Atlas Tiyatro Araştırmaları; adından ve sahneye taşıdığı oyunlarından da anlaşılacağı üzere, biz izleklerin algılarını serinletip, biraz da zorlamanın peşinde! Sanat yapmanın gün geçtikçe daha da zor bir hal aldığı memleketim coğrafyasında, merak ettim bu gençlerin, deliliğinin şahaneliği nereden geliyor diye ve usuldan yamaçlarına iliştim… İşte ortaya saçılanlar!

        90’LI YILLARDAN ÖNCE TİYATRO DAHA ÖZGÜN VE ÖZGÜRDÜ

        *Atlas Tiyatro Araştırmaları nasıl oluştu?

        Sercan Özinan: Üç kişilik bir ekibiz, Uludağ Üniversitesi’nde okurken tanıştık. Ben ve Ece, işletme, Özge de iktisat okuyordu. Tiyatro mesaimiz de Uludağ Üniversitesi Oyuncuları’yla oldu, sonrasında tiyatro yapmaya karar verdik ve İstanbul’a gelip, konservatuar okuduk. 2013’te de kendi kafamızdaki tiyatroyu hayata geçirmeye karar verdik ve bir araya geldik.

        * Atlas’ın çalışma sürecini nasıl tanımlayabiliriz?

        Ece Çelikçapa: Tiyatro dışındaki sanat eserlerinin veya olayların sahne diline dönüştürülmesi üzerine ‘süreç odaklı’ araştırmalar ve denemeler yapmak üzere yola çıktık. Bu konuda; performans, doğaçlama ve fiziksel oyunculuk tekniklerini oyuncunun kendi yaratımları ile uygulayıp, sahne üzerine taşımak üzere çalışmalar yapıyoruz diyebiliriz.

        *Her ekibin bir arayışı var, peki siz, neyin arayışına girdiniz?

        S. Özinan: Sahnede dil arayışı… Yurt dışında, atölye çalışmalarına katılıp, deneyimle şansımız olmuştu; sonrasında böylesi bir oluşuma gidebiliriz diyerek Atlas’ı kurduk. Arayış serüvenimizde, seyirciyi de bu araştırma ve tecrübeleme haline ortak eden bir tiyatro anlayışı güdüyoruz. Gelecekte de akademik anlamda üretimler yapmak istiyoruz, bu bağlamda da tiyatronun, her alanında yer almaya çalışıyoruz. Dil arayışından kastım da; tiyatroyu vareden çok fazla bileşeni var, ama aynı zamanda mücadele ettiği çok fazla alan da var. Sinemanın yanında, 90’larla birlikte TV ile de mücadele halinde olduğunu es geçemeyiz.

        *Bu sadece TV veya yenidünya argümanlarının yaratığı sonuç olmasa gerek! Tiyatronun başka sıkıntıları var gibi, ilk önce kendi içindeki gel-gitler mesela…

        S. Özinan: Tabii ki ama ben, 90’lardan önce tiyatronun daha özgür/özgün olduğunu düşünüyorum. Örneğin; Devekuşu Kabaresi, Nejat Uygur, Ferhan Şensoy… Günümüzde, sanatın her alanında, kısır bir döngü oluştu ve aynı zamanda yaratıcı üretimler de göremiyoruz artık! Bazı tiyatrolar popülaritenin kurbanı oluyor. Evet, mecburiyetlikler var ve bir tiyatroyu maddi anlamda ayakta tutabilmek için gerekli görülüyor bu popülerlik… Fakat bunun tersi arayışlara yönelen genç tiyatrocular da var.

        E. Çelikçapa: Bu yarış, seyirci sebebiyle oluyor ve yarışmak zorunda kalıyor diyoruz ama; tiyatro ve sinema seyirci olmadıkça gerçekleştirilemez. Sinema bambaşka bir şey ve başka bir dünya yaratıyor bize. Şu nokta da en kolay ulaşılabilinir TV. Elinde bir kumanda var ve istediğin oluyor. Ama tiyatroda zorlama var, evinden çıkıp, şehir trafiğe dalacaksın, sonra gişede bilet kesenle muhabbet edeceksin ve sessizce, bir saat oyunu seyredeceksin! Ki bu yaşam şartlarında bizler, gittikçe sosyallikten uzaklaşıyoruz; bilet satın alırken kurduğumuz, o bir cümle dahi zor gelmeye başlıyor. Bu doğrultuda da internetteki bilet satış sitelerinin, bu kadar ön plana çıkmasını buna bağlıyorum ben. Ki öylece, konuşmadan, yüzleşmeden biletimi alıp, oyuna gireyim ve sonra gideyim.

        KEŞKE BİZİM SEYİRCİMİZ DE TEPKİLERİNİ GÖSTEREBİLSE!

        *Bu da bir süre sonra tüketmeye ve tepkisizliğe yol açıyor gibi?!

        E. Çelikçapa: Oyuna gelen izleyici ne yazık ki tepkisini göstermiyor ve gösterene de diğerleri karşı tepki geliştiriyor. Halbuki yurt dışında, oyunu, seyirci beğenmediği zaman çıkıp gidebiliyor. Keşke bizim seyircimiz de tepkilerini gösterebilse! Tepki vermedikçe, o oyunlar, oynanmaya devam ediyor, bizim için de geçerli bu…

        *Bu arayış hemhalinde umut görüyor musunuz? Ve ne aradığınızı biliyor musunuz?

        S. Özinan: Başından bu yana ‘arayış’ dediğimiz olguyu, biz, her prova ve oyunda yaşıyoruz. Bizim için her prova, okuma ve sahneleme; bir atölye ve arayışa devam süreci… Aslında uzun zaman önce, sinema ve kurumsal tiyatronun büyük yönetmenleri, bunun farkındaydı ve bu arayışa girmişlerdi. Yani daha çok ‘oyuncu’ temelli çalışmalara yöneldiler. Çünkü iyi bir oyuncu, sizi çok rahat o milyonlar harcanan dekorun yaratamadığı atmosfere götürebilir, hiçbir devasa malzemeye gerek olmadan. Altını çizmek istediğim tiyatronun, oyunculukları ön plana çıkarması gerektiği, sinemanın boyutsal/devasa anlatımının, TV’nin de renkli görüntüsünün yanında, tiyatro ancak oyunculukların mükemmel anlatımıyla kotarılabilinirdi. En azından bizim arayışımız/algımız bu yönde diyebilirim.

        *Geldiğiniz noktada, tiyatral anlamdaki düşünceniz ne hale evrildi?

        S. Özinan: Neden dekor ya da başka şeylere ihtiyaç duyalım ki; oyuncuların kapasitesini arttırarak da bir şeyler anlatabiliriz diyoruz. Biz, bir hikayeyi kendimizce nasıl anlatabiliriz, yorumlayabiliriz’in peşindeyiz! Biraz sabırlı olmayı da öğreniyoruz tabii bu süreçte.

        *Sizler ‘y’ kuşağısınız, sabırlı mısınız?

        S. Özinan: Sabırsızız. Avrupa’da, bir oyunu 1 ya da 3 yıl çalışan tiyatrocular var, okuduğunuzda nasıl yani dersiniz. Ama onları anlamaya başladığınız zaman; başka bir algıya geçiş yapıyorsunuz. Demek ki adamların derdi, sadece oyun çıkarmak değil, başka şeyler yaratmak, yakalamak diye! Herkes, Shakespeare oynuyor ama işte benim gözümden Shakespeare nasıl olacak ve seyirciye nasıl aktaracağım derdi…

        E. Çelikçapa: Tiyatroya başlama sebebim; gerçek, gündelik yaşamda rahatsız olduğum şeyleri sanatla birazcık daha iyileştirebildiğimin etkisiydi. Bu etki, beni daha çok cezp ediyor; bir alternatif mümkün… Çok basit bir yerden yola çıkacağım; ben, bu işi seçtim bir kere, geri dönüşü yok… Desen ki senin için önemli olan bu seçimle mi devam edeceksin? Cevabım; bilmiyorum, olur. Yarın belki obua çalmaya başlayabilirim. Sürekli bir şeyler tüketiyorum ama en azından iyi anlaştığımı düşündüğüm insanlarla tekrar tekrar bir araya gelip, yeni şeyler öğrenebiliyorum… Fakat artık bir sonuca varmam gerektiğini düşünüyorum...

        YAPILANLARA SAHİP ÇIKAMIYORUZ…

        *Neden bir sonuca ulaşman gerektiğini düşünüyorsun?

        E. Çelikçapa: Çünkü bazı üstatların aksine, bizler, tam olarak kendimizi adayamıyoruz. Toplumsal baskıdan mıdır, yoksa para kazanmak zorunlulukları mı araya giriyor bilmiyorum. Maddi ve manevi anlamda doyuma ulaşma isteme halindeyiz… Ben, bu noktada çok umutlu değilim, yaşadığımız şartlarda söyleyebileceğim bu. Yorgun hissediyorum…

        *Sanatsal üretim anlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

        S. Özinan: Üretim yok. Bunun başlıca sebebi de bir araya gelemiyor olmamız. Tüketime dayalı tüm hayatımız; her anlamda böyle… Bir de tabii yapılanlara da sahip çıkamıyoruz. Ben umutluyum ama; Avrupa’daki gibi atölyeler, enstitüler kurulabilir, neden olmasın! Sadece ufaktan başlamak lazım belki de. Ben, tiyatrocuların birbirleriyle ilgili anlaşmazlıklarının hepsinin üretimle ortadan kalacağını düşünüyorum.

        *İlk oyun Kafka’dan sonra şimdi de Goethe’yi seçmenizin bir nedeni var mı?

        S. Özinan: Goethe de sevdiğim(iz) bir yazar ve hikaye de ilgimi(zi) çekti. Konu, ataerkil geldi. Adam sürekli kendi üzerinden ve bohem bir söylemle ilerliyordu. Ama diğer tarafında da hiçbir şeyi görmüyordu, fazlasıyla narsisizm söz konusu! Ben de ‘2014’ün kadrajında Werther nasıl olur?’ dedim ve ortaya bu metin çıktı. Oyunda, dört kadın, bir kadını karakteri temsil ediyor. Sözleri bana ait. Bu sözlerde de Kanlı Düğün, İbsen’in Nora’sı ve Arzu Tramvayı’ndaki yani ortak yönleri aynı olan, yitirilmiş kadın karakterlerden yararlandım.

        *Oyuna dair kendi sürecinde yakaladığın detaylar nelerdi?

        E. Çelikçapa:. Sahneleme açısından çok da dile gelen bir hali yoktu metinin, bu bağlamda da seyirci açısından zor bir hikaye gibi algılanabilir... Aslında biz, yurt dışındaki sahnelemelerden etkilenip, o gördüklerimizi burada uygulamaya çalışan bir grubuz. Türk Tiyatrosu fazlaca metin ağrılıklı ve bizler konuşmayı çok seviyoruz, dinlemeyi bilmiyoruz. Ama o metin ağrılıklı sözler, çoğu zaman hiçbir şey anlatmıyor ne yazık ki! Hatta yeni metinlerde bunu görüyorum, her şeyi açıklama çabası var.

        SEYİRCİ BU OYUNU ANLAR MI ZİHNİYETİ!

        *O bazıları seyircinin anlamadığını mı düşünüyorlar?

        E. Çelikçapa: Evet, seyirci bu metini/oyunu anlar mı zihniyeti? Ya ne demek, nasıl anlamaz, sen kimsin, o zaman?! Mesela; yazar Goethe gibi büyükse, yönetmen o sözlerin hiçbirini çıkarmıyor, kutsal sayıyor. Bazen de yönetmen, pek ilgilenmiyor ve aynısını sahneliyor. Örneğin; bize bu oyunla ilgili, ‘bu Goethe değil’ diyen oldu! Ama bunun tartışması yıllar önce yapıldı, farklı bir sanat dalında, resimde; bir tablo konuldu ve bu kuş değil, dendi. Ama kuş olmak zorunda değil ki! Biz böyle anlıyoruz ve böyle sahneye taşıyoruz, tabii ki Goethe’nin sözleri olmayacak. Hiçbiri dokunulmaz değil ki, o zaman hiç kimse hiçbir şeye dokunmasın, böyle bir mantık olabilir mi?!

        *Akademik anlamda projeler üreten gençler olarak seyirciyi oyuna çekebilme çözümünü nasıl görüyorsunuz?

        E. Çelikçapa: Tez ödevim sebebiyle de kafa yorduğum bir konu bu. Seyircinin oyunlara gelmesini sağlayıp, hatta kendilerini daha aktif hissedecek hale getirmenin en önemli etmeni; tiyatroyu sosyal bir etkinlik haline getirmek! Biz alıştık ne yazık ki; Wagner, 100 yıl önce kapatmış seyircinin oturduğu alanı ve karanlıkta bırakmış ya, bizler de hâlâ bunu yapıyoruz. Ama orada fiziksel anlamda da insanlar var, görüyoruz da görmüyoruz gibi davranıyoruz hep! Naçizane, seneye böyle bir şeye girişebilirim ben…

        *Diğer mevzularda olduğu gibi sanatta da galiba bazıları, her şeyin uzmanı ve hiç bir değişim talebini kucaklamıyor?!

        E. Çelikçapa: Metinden bir kelime söylemiyorsun, hemen unuttu ya da sadık kalmadı deniliyor. Metine kilitliyor bizi. Ve evet, herkes uzman; Çehov oyunu koyuyorsun, böyle Çehov olmaz. Nasıl yani, o dönemde mi yaşadın ya da Çehov, sana mı söyledi mutlak böyle olacak gibi! Yazarlar zaten, yıllar sonra da kalan metinlerinin yorumlanıp, o tarihe uyarlanacağını öngörüyor da bırakıyor.

        S. Özinan: Bir tane Sartre okuyor ve hemen entel oluyoruz; ‘hayat kısa kuşlar uçuyor modeli başlıyor’ sonra da... Biz de Goethe’yi, Kafka’yı yuttuk da yapmadık ki! Biz böyle görüyoruz dedik ve yaptık. Özgürlük olmazsa yaratıcılık da olamıyor. Bu cesaretse yapılmalı, yoksa hep başa dönülüyor. Ayrıca bu metine sadık kalacağım diye kasmalar da yoruyor seyirciyi. Artık farklı şeyler görmek isteyen bir seyirci var… Seyirci aktif olmalı pasif değil, bunu yapan da bu mantıklar ve bunların yarattığı oyunların kendisidir.

        MASKELER SAVUNMA MEKANİZMAMIZ HALİNE GELDİ

        *Seyirci ve tiyatrocuların önyargılarını nasıl yıkmalı; sizler, bir araya gelince çözümü nerede görüyorsunuz?

        S. Özinan: İlk sorunumuz: Seyirci gelsin istiyoruz. Ama yeni şeyler de yapmıyoruz, sadece bunu konuşuyoruz. Oturup da kendimize soruyor muyuz bundan şüpheliyim! Çünkü örgütlenemiyoruz. Evet, oyuncular sendikamız var ama mesela, ben gitmekten çekiniyorum, sanki üstten bir bakış atacaklarmış gibi geliyor. Algılamam yanlış da olabilir ama hissettiğim bu. Hatta bence, bazı tiyatrocuların; biz tiyatrocuyuz, biz biliriz veya biz muhalefetiz söylemi, bir süre sonra kibir haline dönüştü... Örneğin; bir araya gelince, çekiniyorum başka tiyatrocularla tiyatro üzerine konuşmaya... Bir süre sonra ben bilirim’e geliyor mevzu… O yüzden de üretim çok önemli diyorum her seferinde, üreterek bu sorunları yok edebiliriz.

        E. Çelikçapa: Bizler zaten kendini göstermek üzerinden bir iş yapıyoruz. Zamanla her sahneleme sonrasında, sanırım engel olamıyorsun ve kendini sadece sahne üzerinde değil, her yerde anlatmaya/göstermeye başlıyorsun, kısaca bu senin doğalın oluyor gibi. Zamanla geliştiriyorsun da. Ben kendimde de fark ettim; ne çabucak maske değiştiriyorum. Birinden diğerine, beğenmeyince diğerine! Engel olamıyorum. Karşılaştığım sorunlara savunma mekanizmam haline geldi. Sıradan insan bile başka sosyal ortamların/grupların içine girdiğinde bu tür maskeleri takıyor evet. Ama oyuncu zaten bunu profesyonel iş olarak yaptığından, gündelik hayat ve iş orada boyut değiştiriyor. Birbirimizin rolleriyle çalışıyoruz aslında, tamam hayatın her aşamasında, herkesin bir maskesi/maskeleri var ve tiyatrocu, bunu meslek olarak oyunculuk anlamında yapabildiği için daha da kolay yaşıyor ama bu hastalıklı / şizofrenik bir durum yine de…

        *Son soru neden örgütlenemiyorsunuz?

        S. Özinan: Tiyatroda samimi olmadığımızı düşünüyorum. O yüzden de tam anlamıyla örgütlenip birbirimizi tutmuyoruz. Farklı markaların birbirleriyle ticari ilişkilerine dönüşüyor bir süre sonra tiyatro gruplarının/oyuncularının birbirleriyle olan ilişkisi... Sonra da zaten eriyip gidiyoruz. Örneğin; ben de 2.5 saatlik oyun izliyorum ama yarım saati var, 2 saati yok. Beynimiz de artık böyle çalışıyor. Ne anlatıyor dediğimizde maalesef gerisi laf-ı güzaf gibi gelmeye başlıyor...

        Ajandaya not: Ekibi; 17 Nisan’da Sahne Hal’de, 30 Nisan’da Şişli Blackout Sahnesi’nde, 5-12-19 Mayıs’ta da Sekizincikat’ta dikize yatabilirsiniz. Detaylı bilgi için: (212 274 74 78) ya da www.atlastiyatro.com

        İçimden geldi notu: Bu kadar uzun kelamın üzerine; damaklarda mahlep likörü ballığı, kulaklarda da Calexico’nun The Black Light albümü, üstüne de La Yegros’dan ‘Viene de Mi’ şarkısı miss olur kanısındayım; o vakit, ben kaçar!

        Diğer Yazılar