Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Geçip gitmiş olmasa ‘geçmiş’ zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki, nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı?” Böyle nidalanıyordu, 354-430 yılları arasında, bu alemi şereflendirmiş olan filozof ve tanrıbilimci (Aziz Augustinius olarak da bilinen) Augustinus. Sizler, bu sorunun voltajında, beyin loblarını serinletedurun, ben de yavaştan günün kelamını sereyim önümüze!

        Bugünkü mevzumuz; bir üstadın kelamında, biraz hayat, biraz nefes ve çokça belgesel… ‘Belgesel’ demişken, hani; her mikrofon uzatıldığında yahut ortam buluşmalarında, dilimizden düşürmediğimiz ‘TV’de sadece belgesel izliyorum’ şeklinde dillendirdiğimiz mevzu… Gariptir, bir TV kanalına yayın yasağı gelecekse, cezasının belgeselle kesildiği bir coğrafyada yaşıyoruz. Hoş, belgesel/cilik dediğimizde de yurtdışının aksine, belgeselciliği sadece hayvanlar-bitkiler cemiyetinden sanıyoruz ya da herhangi bir yörenin tadımları üzerinden izliyoruz, fonunda da orada bir köy var uzakta şarkısı eşliğinde… Son kertede, belgesel dediğimizde şöyle bir kenara geçip, en hissiyatlısından içimize kaçtığımız bir gerçek! Fakat tüm bunların aksine bütün bu belgesel travmalarını yıktıran üstatlar da yok değil Coşkun Aral gibi… Ki üstadın, İz TV’si candır, takip edilesi! İşte bu üstatlardan bir diğeri de nazarımda insan hikayesi dendiğinde, usumuzu imza attığı şükela işleriyle parlatan Nebil Özgentürk… Üşenmeyip, hafıza taraması yaparsak da; takvimler 1994’ü gösterdiğinde, Bir Yudum İnsan programıyla retinaları ve algıları şahlandırmıştır kendisi. Üstadın ve ekibinin yeni projesi ‘Asırlık Yüzler’… Belgeseli bahane edip, iliştim üstadın Bir Yudum İnsan ofisinin rotasına ve sordum neler oluyor, neler bitiyor mahlasında! İşte en temizinden ortaya çıkan kelamdan, bana kalıp da size dökülenler…

        REŞAT NURİ ÖYKÜSÜ TADINDA BİR ŞEYLER BIRAKALIM

        *Sizi beklerken tanık olduğum; hep bir telefon trafiği ve proje betimlemeleri halinde oluşunuz, enerjiniz şaşırtıcı! Bu kadar üreten bir bünye, nasıl bir katarsis yapar da dinlenir ve dinginleşir?

        Aslında şöyle bir durum var: Bir süre sonra alkış alan programlar yaptığımızı fark ettim. Mesleğe yazı yazarak başladım. Takibinde kitaplar ve köşe yazıları geldi. Tüm bu yaratımların sonucunda, alkış almaya başlıyorsun ve sonrasında kalıcı olmaya kitleniyorsun. 30 ya da 50 yıl sonra da bakılabilecek, izlenebilecek ya da okunabilecek bir şeyler yapmayı seçmişim farkında olmadan. Biraz da tabii ki ailemden ve öğretim dönemimden gelen alışkanlıkla bu yolu seçmişim. Kısaca; kaliteli hikayeler anlatmalıyım dedim. Yıllarca, başta babamın anlattıkları olmak üzere, kaliteli hikayeler dinledim. Birinin hayat hikayesi, bir dosyası, bir ülkenin trajik dönemi gibi konulara fikslenince, sonraki yıllarda da bakıldığında; sinema, roman veya Reşat Nuri Güntekin öyküsü tadında bir şeyler bırakalım istedim. O yüzden de alkış aldıkça dinlendiğimi fark ediyorum. Çünkü bu sabahtan beri senin gözlemlediğin telaş, sonuçta benim mutlu olmama sebep oluyor.

        *Paylaştıkça daha da çoğaltan bir meslek; gazetecilik ve belgeselcilik…

        Başka bir iş yapmış olsaydım, daha çok yorulurdum diye düşünüyorum. Bu kadar nefis bir iş yapıyoruz ki aslında… Yaptığımız bu mesaide-meslekte eğleniyoruz; millet, boş vakitlerimde kitap okurum, sinemaya giderim diyor, bizlerse kitap okuyarak, sinema izleyerek yapılan işler üretiyoruz. Çünkü bizim işimiz Muhsin Bey filmini izleyip, keyifli bir alaturka belgeseli yapmak.

        *Genelde bugünkü gibi bir koşturmacada mısınız hep?

        7 gün, 24 saat olan bir telaş değil bu gördüklerin, projesine göre değişiyor. Ama ben dinlenmeyi, yeni planlar-projeler düşünerek yapıyorum. Katarsisi yapıyorum aslında mesleğimin içinde… İlla bu ofiste, toplantıdayız, iş takibindeyiz diye de sıkıcılığımız olmuyor; Bir Can Yücel ve sokak çocuğu olduğumuz için sokaktan bir dil kullanarak ekip arkadaşlarımla da tatlı tatlı şakalar yaparak biranda toplantının verdiği ciddiyetin dışına çıkabiliyoruz... Sevdiğim işi yapıyorum ve en mühimi de sevdiğim işe geliyorum her sabah.

        AĞAÇLAR AYAKTA ÖLÜR HİKAYESİ…

        * Tam da bunların ekseninde, her şeyi görüp, dokunup, paylaşınca ne hissediyorsunuz; olayın içine girip, tanığı olmak mı, yoksa arada bir geri çekilme hissiyatı mı?

        Daha çok durumun-olayın içinde olma isteğinde/ halindeyim, dinlenmek istemiyorum. Alkışı seviyorum diyorum çünkü, egom var benim, alkışı hak ettiğim işler, üretimler yapmak, bomboş sayfaları doldurmak istiyorum. Doldurmadığım zaman, kendimi kötü hissediyorum ve böylece de beynim dinlenmek istemiyor. Benim gibi adamlar, birazcık hiperaktif de olabilirler; ağaçlar ayakta ölür hikayesi! Ben sahnede ölmek isteyenlerdenim. O yüzden de bu iş bitsin, hemen öbürüne başlayalım halindeyim.

        *Asırlık Yüzler belgeselinin doğuşundan bahsedelim?

        Yine çok ağır bir proje olan Sanatımızın Hatıra Defteri belgeselini yaparken, Haziran’ın ortasında, 100 yaşını aşkın kadın ve erkeklerin yer aldığı bir gazete röportajı gördüm. Düşündüm, bu insanlar birkaç yıl sonra yoklar diye! Bu insanların / yaşananların en azından bir kaydını alalım istedim. 25 kişiyi; Kahramanmaraş, Antakya, İznik, Nazilli, Trabzon, Karaburun ve İzmir gibi yaşadıkları yerlerde çekmeye başladık. Evet, ben bir tarihçi değilim ama tarihe meraklı bir belgeselciyim… Bu insanlar da 1920’lerin, savaşın, yani bir dönemin çocukları; Çanakkale Savaşı’nı görenler de var, Kurtuluş Savaşı’na tanık olup, katılanlar da.

        Bütün bunların tarihine baktığımız zaman, ‘ne ilginç dönemler yaşadılar’ sorusu beni çok etkiledi. Havuç veya turp yemek ya da organik beslenip de uzun ömürlü yaşamaktan öte bir şeyden bahsediyorum. Tabii ki belgeselde, bu konular da bizim hikayemizin bir parçası ama her şeyden önce çok özel günlerin kadın ve adamlarıydı onlar. Bu insanları tanımalıyım, tanımalıyız ve kayıt altına almalıyız dedim. Bu fikir sonrası, proje yapım aşaması 1 yıl sürdü. 30 yıldır portreler tarzı metinler üzerinde dolaşıyorum. Çok şaşırtan öyküler yok belgeselde ama sakin ve keyifli hayatlar var.

        *Hoş, bu işin erbabısınız orası ayrı ama yaş almış insanların iç dünyalarını açma hali biraz sancılı ve zor olsa gerek?!

        Zorlandığımı söyleyebilirim. Ayrıca soru sormanın erbabı olmuyor ama zaten onlarla sıkılmadan sohbet etmek değildi mevzu, yaşananları kayıt altına almaktı. Düşünün ki; 98 yıl sonra torununun torununun ipad’iyle haşır neşir oluyor, bahçede ağaçlarının altında otururken ya da uyurken, aslında farkında olmadan o dönem ve bu dönem arasında büyülü bir ilişki kuruyor. İşte biz, bu ilişkiyi ve hayatı, o kadın ve erkeğin üzerinden anlatmayı istedik.

        BU DA ANCAK TÜRKİYE’DE YAŞANIR YA DA FİLMLERDE

        *Bu insanların dışında, döneminin önemli kadınları da yer alıyor belgeselde…

        Evet, bu insanların dışında, Güzin Dino, Halet Çambel, Muazzez İlmiye Çığ gibi mihenk taşı olmuş isimler de yer alıyor. Belgeseldeki diğer insanlar için, Dino, Çambel ve Çığ gibi büyük işlere imza atmış diyemeyiz ama bir tarihe tanıklıkları var ortada. Derdimiz uzun ve büyük yaşadılar değil, o yıllarda yaşanan bir anekdotu anlatmak biraz da… Ya da Bursa’nın bir köyünde, hâlâ ıspanak eken bir insanın, sırtındaki kamburuyla toprağı eşeleme ve sahip çıkma hali ya da 101 yaşında Ege’li bir kadının, tüm haşmetiyle zeybek oynama hali, insanda bir hesaplaşma yaratıyor…

        *Sizde bir hesaplaşma yarattı mı?

        Yaratmaz olur mu! Bazen insan, sadece, öylesine ıspanak ekebilmeli, toprağı eşebilmeli, üstadın şiirinde olduğu gibi 70’inde bile zeytin dikebilmeli… Her belgeselci gibi ya da ben, her belgeselimin bir yere dokunmasını istiyorum; kalbe, yüreğe, beyne, gözyaşına ya da kahkahamıza! Bazen öylesine ıspanak ekin ya da zeybek oynayın der gibi! Ama bu tavır, olan-biten her şeyi takmayın değil, zaten memlekette bu kadar acı yaşanırken, takmamak imkansız. Belgeselde asla gamsızlığı ya da stressizliği savunmadım. Evet, belgeseldeki insanların çoğu stressiz ama bazen de stressiz olmak lazım dedim.

        *Belgeselde sizi derinden etkileyen hangi bölümdü?

        Berfo Ana; benim de uzaktan uzağa hayran olduğum birisiydi ama tanımıyordum. Belgesel sayesinde denk düştük; 1980 Eylül’ünde oğlunu almışlar, işkenceden geçirmişler ve izini kaybetmişler, bildiğimiz buydu. Berfo Ana bana ne dedi biliyor musun: “Oğlumun kemiklerini görme umudunu taşıdığım için bugüne kadar yaşadım. Yoksa ben 70 küsur yaşında ölecektim. Allah bana oğlunun kemiklerini göreceksin, o yüzden uzun yaşa dedi” diyordu. Bu çok güzel bir cümle, tıpkı roman cümlesi gibi! Ne kadar enteresan değil mi; Türkiye’yi, bir anneyi ve bir işkenceyi anlatıyor. Düşünsenize, onun derdi yaşamak değil, nasıl bir inanç… Kısmet olmadı tabii, belgesel çekiminden birkaç ay sonra vefat etti. Şaşırtıcı olan, bu cümleyi ben kuramazdım. Derler ya oğlumun-çocuğumun mürvetini görmeden ölmek istemiyorum diye, o da cesedini-kemiklerini görmeden ölmek istemiyorum diyordu, bu da ancak Türkiye’de yaşanır ya da filmlerde…

        BİZİM ÜLKEMİZ AFGANİSTAN DEĞİL…

        *İnsanlardan ya da alanı daraltırsak biz izleyicilerden paylaşımlarınızın karşılığını alabiliyor musunuz?

        Tabii alıyorum. Bazen niceliği değil de niteliği çok seviyoruz. Mesela; yolda beni göstererek ‘televizyondaki adam değil mi’den öte, bir öğretmenin/öğrencinin ya da bir herhangi birinin gelip de, 6 yıl önceki Lefter Belgeseli’mi izleyip, çok etkilendiğini, ‘6-7 Eylül olaylarında, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi futbolcularından birine ‘gavurluk’, ‘ötekileştirmesi’ üzerinden acı çektirmişler, ne kadar hazin bir öykü anlattınız’ dedikleri zaman; yüreğimin yağı eriyor. Hiç sevmediğim bir cümle ama hani derler ya; ‘ilgi alanları daha özel insanların seyredebildiği’, daha elit ve naif/duyarlı bir iş ortaya çıkarmayı amaç edindim. Daha çok kitap okumayı, belgesel izlemeyi seven insanları bulmayı umarak yaptım ki o seyircileri bulmak da mümkün! Bu ülkede var. Bizim ülkemiz, Afganistan değil; Avrupa ve Asya arasına sıkışmış, yumurtasından çıkmaya çalışan özel bir ülke. Çok güzel insanlarımız var… Bine yakın belgeselin kaptanlığını yapmış bir insan olarak her bir belgeselin, o minicik cümlelerindeki alkışı çok sevdim, bu da karşılığını almak anlamına geliyor.

        *Sanırım tüm bu anlattıklarınızın alt metnini, hayata karşı bakışınız belirliyor!?

        Evet; hem siyasi, hem de ezilmişlik meselesini gündeme getirmek ülkenin sansürle boğulmuş tarihini, düşünceye vurulan kilitleri, alçaklıkları, ahlaksızlıkları, sistemin – siyasetin, iktidarların zalimliğini, darbelerin paramparça ettiği hayatları ve 16 yaşında bir çocuğun asılmasını hatırlatarak… Bunlar aslında benim de izlemem ve okumam gereken hikayeler... Ve ben keyif alıyorsam, benim gibi öğrenmeye meraklı başka insanları da bulurum diye düşündüm hep.

        MUHSİN BEY GİBİ FİLMLERİN VE TARİHİN ETKİSİ ALTINDA

        *Bir gazeteci olarak bu kadar çok algılatış hemhallerinden sonra harbiden anlayabilmiş yahut hissedebilmiş miyiz sizce?

        75 milyonluk bir ülkede yaşıyoruz. Ben, her defasında belli bir kesimin daha da uygarlaştığına inanıyorum; yani ülke geriye gidiyor gibi görünse de hatta çoğunluk böyle adlandırsa da ve iktidarların söylemleri değişmese bile! Ama bir grup insan var, tüm bunların tersini düşünen... Mesela; Gezi Parkı’nın dinamik aylarında, yıllar boyunca iyi yapılmış romanların, değerli eserlerin ve hatta Muhsin Bey gibi filmlerin de etkisi var diye düşünüyorum. Orada, o kadar farklı renkteki insanların birleşmesi ve bir dünyaya kafa tutması, bir nevi bahar yaşattı ya; doğru ya da yanlış, başarılı ya da başarısız, sonuçta orada, bir ay boyunca dünyanın konuştuğu bir hikaye yaşandı. Düşünün ki sadece bir kuşak sonrasında, kimler anlatacak bütün bu olanları, tıpkı bizlere anlatıldığı gibi; sen, ben, o, bizler… Bir toz zerreciği olsam bile ben de onlardan biriyim…

        *Gelecekten umutlu musunuz?!

        Yaşadığımız zamana istinaden konuşursak; bu seçimlerde çok heyecanlıydım. Açık söyleyeyim, iktidarın, kibirli olan taraflarının ders almasını bekliyordum ve istiyordum. 10 yıldır bu ülkeyi tek bir adam yönetti ve etrafındaki insanlara bile kibrinin arttığını, bırakın beni-onu, dünyayla birlikte herkes söylüyor. 31 Mart’ta, bu kibrinin azalmasını istedim ama bu başka parti gelsin anlamında söylemiyorum, çünkü bir ülkeyi kibir bitirir… Her şeye muktedir ve her şeye hakim olma halinden söz ediyorum. Bir yurttaş olarak demokrasinin yok edilme halinin artık bitmesini istedim. Evet, ne yazık ki değişmedi tutum ve söylemler… Üzgünüm… Üzüldüm ama umutlu olmaya devam ediyorum. Bu ülkede, demokrasinin temellerine dinamit konulduğu gibi, zalimlikler, yolsuzluklar yapıldı ve bunlar gözümüzün önünde yapıldı… Gerçek olduğuna dair inancım değişmedi. Bana paralel devlet desinler ya da tape desinler, orada duruyor o, gerçek olduğu çok belli! Hiç konuşulmadı belki ama orada...

        * Daha önce çok sağlam ve güvenilir bir ülkede mi yaşıyorduk?! Biraz da bundan önceki iktidarların ve bu toprakların yaşayanları bizler yaratmadık mı tüm bu gelinen şecereyi?

        Olmaz mı daha kötü günler de yaşandı. Biz dediğin/m toplum; ayrıca, bazı kişilerin söylediği gibi bu toplum, buna müstehak cümlelerini de sevmiyorum… Somut siyasi sohbete girersek de; sonuçta 12 Eylül yönetimlerinin hataları sonrası, bir başka hatalı ekip geldi. Ayrıca ‘biz’ dediklerimizde, ben yokum ve ben onlardan değilim. Ben, her dönemin kötülüklerine ve zalimliklerine karşı durdum. 79’da öğrenciyken, sosyalist gençlik birliği üyesiydim, meydanlara, sokaklara çıkardım işçiler için… 80 darbesinde, onbinlerce gencin ve muhalif insanın yok edildiğini gördüm, yine karşı çıkmaya çalıştım. Sonra Turgut Özal iktidarı ve ‘benim memurum işini bilir’ cümleleriyle bize sunulan reçetelerin dilini reddettim, sonra faili meçhullere ve diğer iktidarlar değiştikçe yapılanlara karşı çıktım. Zaten ben, iktidarlara her dönem karşı çıkmış bir adamım.

        HER ŞEY GÜLLÜK GÜLİSTANLIK DİYENLERDEN HOŞLANMIYORUM

        *Sebep sonuç ilişkisinden değerlendirirsek de; ortaya çıkan fotoğrafımızda, siyasi jargonda, iktidar ya da muhalefette ve en önemlisi ‘insan’ın mayasında sıkıntı var gibi?!

        Gerçek şu ki; iktidar insanı kibirleştiriyor. Evet, muhalefette ve önceki iktidarlarda da sıkıntı var ama ben, bugünkü iktidarı yaşadığımız için bu iktidara dair kelam ediyorum. Yani biz yarattık lafı, başka bir sohbetin konusudur demek istiyorum. 1923’ten beri belki sıkıntı var ve belki de 1923’teki varolan sıkıntının, şu anda proje olarak intikamı alınıyor, bu da başka bir dosya konusu ama şu anda benim dosyam, yaşadığım iktidarın kirliliği... Mustafa Kemal’in oğlu da yapsa bu tavra karşı çıkmalıyız, işte bundan söz ediyorum. Üzüldüğüm; gençleri, terörist gibi gösterme hali var, bundan sıkıntılıyım... Ayrıca yarın bir başka iktidar da gelse, o iktidarın da yanlışlığına karşı çıkacak bir potansiyele sahibim.

        *Aslında siyasi partilerin-görüşlerin uzağında, bir durum analizinden söz ediyorsunuz?!

        Evet, vicdandan söz ediyorum… Güvende olmak istiyorum, bir yurttaş olarak kendimi güvende hissetmiyorum. Seninle bu kelamı bitirdikten sonra, 70 tane küfür yiyeceğim diyelim ya da birileri, ‘sen nasıl böyle laflar ettin’ diye söylemlerde bulunacak bu da bir güvensizlik duygusu. Şu yaşadığımız dönemde bunlar yaşanıyor ne yazık ki.

        *Başka bir dosya konusu belki ama her dönemde bu tür kaygılar yok muydu?

        Evet, her dönemde yaşanıyordu; 12 Eylül’de, işkenceler gören insanları unutmadık… Bu ülkede, adamlara insan pisliği yedirdi bu insanoğlu... Her şeyin ya da bütün günahların, son 10 yılda yaşandığını söyleyen adam(lar)ı lanetlerim... Her dönemin kötüleri ve alçakları vardı(r). Ama bu alçaklıklara rağmen, her şey güllük gülistanlık diyenlerden hoşlanmıyorum mesela... Bazı yazarlar neden gerçeği söylemiyor; sonsuz güven duyarak, sonsuz eleştiri getirmeyerek hayatlarını sürdürüyorlar. İşte bu yapılanlar da insan(lar)ı üzüyor. Her şey maddiyat ya da güç değil ki, ben daha az kazanmalıyım ama akşam çocuğuma daha mutlu gitmeliyim.

        MUTSUZUM AMA GELECEKTEN UMUTLUYUM…

        *Bir gazeteci olarak günümüzde ‘gazetecilik’ mesaisinde yapılanları nasıl değerlendiriyorsunuz?

        Fakülteyi bitirdikten sonra heyecanla başladığım bu meslekte, hâlâ da klasik olan Uğur Mumcu ve Abdi İpekçi’ler vardı... Yani birkaç iyi adam ve birkaç iyi köşe yazarı vardı Çetin Altan gibi, ki üstat hâlâ var… Gazetecilik çok şemsiyesi olan, birçok hikayeyi barındıran bir meslek; yazmak, çizmek fotoğraf çekip bir mevzuyu anlatmak güzel şeyler bunlar. Ama benim bu heyecanları yaşamam 3-5 yıl sürdü, sonra gazeteler el değiştirdi, bir takım tornacılar, müteahhitler girdi. Gerçek gazete sahibi aileler, birer birer terk ettiler yerlerini, önce işadamlarına sonra iktidarlara, sonra da reklama bağımlı bir sektöre dönüştü. Özellikle 90’lardan sonra benim de çalıştığım gazetede, ‘bunu yaz, şunu yazma’ dönemi başladı ama bak, en mühimi 90’lar değildir burada ayırabilirim. Bence, Menderes döneminde bir rehamet vardı sansür açısından; gece saat 2’de, gazete dönerken ‘bu haberi beğenmedim, hemen atıyorsun’ diyen basın savcısının talimatıyla gazetenin birinci sayfasının ya da manşetinin bomboş çıktığını biliyoruz. Dünyada örneği yok, o derece! Bir o dönem, bir de son 10 yıl... Bu durumlardan mutsuzum ama gelecekten umutluyum…

        *Sizi umutlandıran nedir?

        Umutluyum, çünkü artık sen de, o da, ben de kendi gazetemizi yapabiliriz. 15 milyonluk bir sosyal medya gazeteciliğinden söz ediyoruz. Bloglar, face’ler ve 140 karakterle twitter’da muhteşem şeyler yazıp, anlatılabiliyor. Artık insanları kimse engelleyemiyor, bu da insanların özgürlüğünün kesilemediğini gösteriyor. Ama kurumsal gazete anlamında, bu duruma gelinmesine mutsuzum.

        *Son olarak projeler var mı ufukta?

        Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, 25. yıl belgeselini yapıyoruz. 18 Mayıs’ta galası yapılacak… Bir de yeni bir projeye giriştik: Coşkun Aral, Can Dündar ve ben. 10 bölümden oluşan belgeselin adı da “kültür yolcuları”… Unutulmaya yüz tutmuş farklı kültürlere çeviriyoruz kadrajımızı; Alaturkadan Romanlar’a, Rebetika’dan Mezopotamya’ya... Yakın zamanda bunu da paylaşacağız.

        Diğer Yazılar