Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘Biliyor musun, masallar hep mutlu sonla biter ya… Mutlu sonla biten masallarda bile hep mutsuz kalan birileri var aslında ama hep yok varsayılıyorlar.” İzninizle bugünün düsturunu “Transdomim” kitabının yazarı Janset Karavin ile verelim istiyorum. “Kimdir bu Janset Karavin?” diyenlere, en seslisinden ve dingininden yaklaşınız diyorum, zira ömür sayacıma kattığım en şahane muhabbetlerden bir tanesiydi kendisiyle kelamım... Söyleşiye geleceğiz, fakat öncesinde sizlere biraz ısındırma turları attıralım istiyorum.

        ‘Aşk cinsiyetsizdir’,‘bir ülkeyi sevmek bir başka ülkeyi sevememekse bu saçma’, ‘bacak arasına sıkışıp kalmış, bu ikiyüzlü ahlak anlayışınız sizin olsun’, “oyun oynarken ölen çocuklarımıza, çocukluğumuza…” diyebilecek kadar samimi ve cesur! Şaşırmayınız efendim, dünyalıdır kendisi, bizden yani! Evet, kitaplarına, şiirlerine yahut Beyoğlu ve Kadıköy’de ustalıkla icra ettiği mim sanatının konularına bakarsınız, ne demek istediğimi anlayabilirsiniz ancak, ama ben yine de biraz dip köşe vermeye çalışacağım!

        İlk kez İstiklal Caddesi’nde “para ağacı” adlı pandomimiyle izlediğimde hastası olmuştum kendisinin… Sokakta, hele de gittikçe tuhaflaşan kalabalıklığımıza bir meram anlatma hemhali, bir türlü yaşamaya ısınamayan bendenize güzel gelmişti ve itiraf etmeliyim, mim yaparkenki tavrının yarattığı atmosferden dolayı da, hayatla olan münasebetini merak etmedim değil! Sonra bir vakitler, yine karşıma çıktı; İMC TV’de bir programda izledim onu ve hemen bir mail attım, “seninle şöyle en temizinden bir kelama dalmak istiyorum” diye… Ve işte buradayız… İstedim ki bir vakitler, Kadıköy ya da Beyoğlu’nda pandomimde anlattığı hikayelerle izleyenlerine “nerdeyim ben, sakin miyim?” dedirten Janset Karavin’i sizler de biraz daha yakından tanıyın!

        PANDOMİM: İNSANLIĞIN KAYBEDİLMİŞ VE UNUTULMUŞ DİLİDİR

        Mim sanatı (pandomim) hikayenden başlayalım; tiyatro ya da sanatın bir dalını icra etmek gittikçe zorlaşırken pandomim büyük cesaret…

        Aslında yaşadığımız sistemde, tiyatroya nazaran pandomim yapmak daha kolay görünüyor. Tiyatro için birden fazla kişinin bir araya gelmesi gerekiyor; evet tek kişilik tiyatro icra edenler de var ama yine bir yönetmen, yazar ya da çevirmen ve sonrasında da mekan arama derken, yine kalabalıkla yürütülüyor işler… Bu açıdan bakıldığında da mim sanatı daha özgür diyebiliriz.

        Bildiğim kadarıyla pandomimle ilgili ülkemizde yeterli done yok, eğitimsel açıdan ne aşamada?

        İstanbul Üniversitesi’nde bir kaç sene evvel pandomim bölümü açıldı. Önce iki yıllıktı, sonra dört yıl eğitime dönüştürüldü. Fakat bu eğitimin sadece İstanbul’da ve tek bir üniversitede olması çok acı… Ama daha öncesinde hiçbir şeyin olmadığını düşününce, gelişme var diyebiliriz.

        Tüm bu olanaksızlıkların içinde mim sanatı aşkın nasıl doğdu?

        Pandomim, ortaokuldayken benim hayatımda yer etmeye başladı. Ki o yıllarda, özel TV’ler hikaye, sadece TRT’de pazar günleri sirk gösterileri ve pandomimciler çıkıyordu, o da arada bir. Ama bende pandomimin gelişmesini ve daha da özel bir hale gelmesini sağlayan Fransa ve İsviçre gibi ülkelerden edindiğim pandomim ustalarının kasetleridir. Onları seyrederek, kopyalayarak pandomim dünyasının büyüklüğünü keşfettim diyebilirim. Çok ilgi çekici geliyordu izlediklerim. Ortaokul yıllarındaki bir çocuktan bahsediyoruz, bu arada kaset derken bile şimdi tuhaf kaçıyor, dijital dünya bugünlerde ne aşamaya geldi bakarsak! Ama o vakitler öyleydi. Bu arada sürekli Charlie Chaplin seyrederdim. Klasik pandomim içinde yaptığı bazı oturmuş hareketler, sistemli hareketlerdir aslında, onları izleyip kopyalayarak başladım. Tabii tam olarak ne yaptığımı bilmiyordum ama ne anlatmak istediğimin farkındaydım. İzlemeye devam ettikçe, hatalar bulmaya başladım. Pandomim tekniğini öğrenecek konuları araştırdım. Vücut dili ve kişisel gelişimle ilgili kitaplar, bu öğrenmede bana çok yardımcı oldu. 90’lı yılların ortasından itibaren de bazı özel şirketler seminerler vermeye başladı; kişisel gelişim, modern yönetim muhabbetleri, nasıl daha verimli oluruz/yaparız üzerine… Sonraki yıllarda internetin ülkeye gelişiyle de benim araştırmalarım daha farklı boyutlara kayarak genişleme imkanı buldu. Şimdi yaşadığımız dönemden bakınca sanki hep internet varmış gibi ama o zamanlar o kadar zordu ki bir şeylere ulaşmak...

        Pandomim dediğimizde genel algı güldürü üzerine gibi, sence mevzu nedir?

        Evet, genel itibariyle pantomimdeki hikayeler güldürü tarzına daha yakındır. Bütün dünyada ustaların yaptıkları hikayeler güldürü öğeleri ağırlıklıdır. Konu olarak felsefi bir konu edinmezler kendilerine ama sonuç olarak izleyen seyrettikten sonra nihai sonuca varır; “acaba bu kapitalizm eleştirisine mi gidiyor?” gibisinden... Şöyle de denebilir; aslında izleyen kişinin kendisi yaratıyor pantomimdeki hikayenin özetini ve izleyene ayna oluyor pandomim. Bana sorarsan pandomim; insanlığın kaybedilmiş ve unutulmuş dilidir… Dilsizdir, ancak bu bir dildir hatta dillerden evvel var olan, insanlığın hakiki lisanıdır. Bir hareket bütünlüğü, akışı ile sağlanan öyküleme ritmidir hakeza, ateşin başında geceleri toplanan ilkel atalarımızın birbirlerine anlattıkları hikayeler pandomimdir dilsel öğeler yerleşene değin. Bu bakımdan sözlü yazınla da bağları çok şiddetlidir. Mesela 17. yüzyılda bale sanatı içerisinde kendisine yer bulmaya başlayan mim, yeniçağa doğru böylece yürümüş ve 18. yüzyılda, ‘saraylı’ bir sanat disiplini olarak yaftayı yemiş. Ancak takip eden süreçte, hep en uçlarda yer bulmuş kendisine; ya sirklerde ya da saraylarda. Sonraki zaman zarfında da pandomim türlü popüler dans akımları ve avangard tiyatro tekniklerinin bir türevi olarak gelişimini sürdürmüş. Günümüzde bu arayış, içsel yolculuk hâlâ sürmekte. Bu bakımdan da yaklaşırsak pantomim, yaşayan, kalbi atan bir sanattır.

        AKADEMİNİN ÇATISINDAN ATLAYARAK İNTİHAR EDEN…

        Kitaplarını ve pandomimlerinde anlattıklarını dikize yattığımda; dert ettiklerini malzeme edip paylaştığını görüyorum. Sadece gülüp geçsinler değil yaptığın eylemler, varolan düzenle de sıkıntın var, bu pandomime harmanladığın müziklerde de fark ediliyor!

        Özellikle bunu yapmak istiyorum. Öyle bir iş çıkartayım ki; hem anlatmak istediğimi vereyim hem de müzikle eş güdümlü olsun. Çünkü müzikle eş güdümlü olmadığında, ne yazık ki Türkiye’de pandomimin pek şansı yok! Ki daha evvel de ustaları denemiş; (1937 doğumlu) Ergin Kolbek ve onun doğrultusunda gidenler… Örneğin; Mimar Sinan Üniversitesi’nde, 50’lilerin sonunda kurulan ve günümüzde de aktif olarak devam eden pandomim kulübü var. Onlar denemişler birçok şeyi, hatta Ergin Kolbek bir defa sokakta İstiklal Caddesi’nde yapmış pandomim, Anadolu’ya da gitmiş, çalışmış aynı şekilde. Ne acıdır, Anadolu’da dayak yediği riyayeti var mesela…

        Yeri gelmişken Ergin Kolbek’ten de bahsedelim, yeniden hatırlatma olur minvalinde…

        Çağdaş pandomim sanatının büyük ustası Marcel Marceau’nun öğrencilerinden Theo’yu izledikten sonra bu uğraşa gönül verdiği söyleniyor. 1958’de, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Pantomim Kulübü’nün kurucuları arasındadır. 1959’da, Metin Talayman, Altan Candan, Oktay Anılanmert ve Tülin Kalyoncu ile birlikte İDGSA Mim Pantomim Tiyatrosu’nu kurmuş. İlk pandomim kulübünün kurucularından olan usta Kolbek, akademinin çatısından atlayarak intihar etmişti, bundan 45 yıl önce… ‘Ruh teni itiyor’ diyor hatta son notunda... O bir efsanedir zaten ki Türkiye’de bir ekol diyebiliriz ona.

        SANATI SOKAĞA ÇIKARTMAK…

        Tekrar biraz evvel ki mevzumuza dönersek; pandomim yapmanın müzik olmadan sokakta yapılamayacağına…

        Evet, müzik olmadan sokakta imkansız bir şey pandomim yapmak. Düşünün, insanlar kendi hayatlarına devam ediyor; sokaktan sadece geçiyorlar, bir yerden gelip bir yere gidenler, ellerinde alışveriş poşetleriyle telaşlı kaldırımdan yürüyenler. En basitinden; müzik olmadığı zaman kimse toplanmıyor, ‘burada ne yapılıyor’ diye merak uyandıran bir unsur müzik. Ama sonrasında müziğe kapılıp, izlemeye ve hareketleri takip etmeye başladıklarında, işte o zaman bir hikayenin varlığından haberdar oluyorlar. İzleyenler yavaş yavaş hikayenin içine çekiliyorlar… Çünkü sokaktaki insan oraya beni izlemeye gelmiyor, ayrıca sokaktaki algı da farklı… Tiyatro ya da sinemaya bilet alıyorsun, farkındasın ve ne tür bir hikaye seyredeceğine odaklısın zaten. Ama sokak başka bir dünya ve birden bu başka dünyanın kenarında benimle karşılaşıyor: Ki o karşılaşma anında, hangi modda ve hangi algıda olduğu da önemli.

        Bu bağlamdan bakarsak mim sanatını sokakta icra etmenin zorlukları neler?

        Sokakta her kafadan bir ses çıkıyor, ayrıca dediğim gibi sokağın kendi dili var, bunun yanında çok fazla dış ses var. Sokakta pandomimin zorluklarından biri de etrafta hareket varken, dış sesler bu denli yoğunken, senin de olaya kanalize olmaya çalışman! Çok zor... Zamanında büyük bir tartışmaya konu olmuştu: “Pandomim sahne sanatıdır, sokakta ne işi var?” gibisinden. Ben de; “sokakta yapabilirseniz, sahnede de yapabilirsiniz zaten” demiştim. Öyle bir durum bu... Evet, sahnede çok iyi oynayıp, sokakta bocalayıp, yapamayabilir çünkü sahnede boşluğa ve karanlığa oynuyorsun, ayrıca gelen kitle belli. Sokakta ise yanından öylesine geçip gidenler senden habersiz… Her zaman söylediğimiz bir şey: sanatı sokağa ‘çıkartmak’… Sokak bizim için hayatın kalbidir, kalp atışlarıdır. Çünkü biz 'siviliz' ve hayatın sokakta şekillendiğine, şekilleneceğine, hayatın yaşayan insanlarca biçimlendirileceğine ve bu insanların kendi geleceklerini de kendilerinin biçimlendirme haklarına inanır, bunun için gerekirse savaşırız...

        Pandomim için Türkiye’de ve dünyada yeterli eserler var mı? Bir pandomim hikayesinin sahnelenme aralığı ne olmalıdır?

        Mesela; yurt dışında, bir pandomimci, 20 ya da 30 yıl boyunca aynı oyunu oynayabiliyor. Belki Türkiye’deki algıdan kaynaklı bilmiyorum ama biz oynayınca, “aylardır aynı oyunu oynuyorlar” diyor. Sadece bu konuda değil bence, diğer mevzularda da böyleyiz, hemen tüketmek üzerine kurulu tüm düzenimiz.

        Sokağa çıkma mevzun nasıl başladı, neden bir mekan değil de öncelik sokak? Bunun politik duruşunla ilgisi var mı?

        Evet, politik duruş ve tavırla ilgili... Tabii ki sokakta yapmak değildi ilk isteğim ama baktım ki Türkiye’de böyle bir platform yok, zaten ne okul, ne ilgilenen insan sayısına baktığımızda sonuç ortada... Bu süreçte (1961) Ulvi Arı ile tanıştık. Bütün dünya tarafından kabul edilen bir ustadır kendisi ama ne yazık ki pandomimin imkansızlıkları dolayısıyla kendisinin performanslarını sıklıkla izleyemiyoruz. Bu da epey ironiktir; sevgili üstadımız Ulvi Arı'nın da dile getirdiği gibi bu ülkede, en çok icra edilen sanat mimdir oysa, herkes susmaktadır. Halkın bilmediği, tanışmadığı bir sanatı hatta 'salon sanatı’ diye sıklıkla tanımlanan bir sanat disiplinini inatla sokağa çıkartmak beraberinde birçok olumlu-olumsuz tepkiyi de kucaklamak, göğüslemek manasına geliyor elbette. Bu Avrupa'da daha kolaydır şüphesiz... Pandomimin Türkiye’de böyle bir karşılığının olmadığını anladığımda ben 31-32 yaşındaydım.

        YÜZEYSEL OLMANIN İYİ BİR ŞEY OLDUĞU ALGILATILMIŞ

        Peki, o vakte kadar neler yapıyordun? Bu kadar dünya hallerini dert eden bir insan olarak tuzunun kuru olduğunu sanmıyorum…

        İpli kuklalar yapıyordum. Bir süre onları kafaya taktım. Bu arada evet bu konuştuklarımızı böyle anlatınca insanlar da şöyle bir algı oluşmasın lütfen: “Oo, burjuva bu, ipli kuklalar ve pandomim yapıp, kafasına göre takılmış, aile parası yiyiyor” gibi! Hiç de öyle değil, güzel sanatları bitirdim. Sonrasında 7-8 yıl reklam ajansında çalıştım, hem de gece-gündüz bir mesai ile… Merak saldım; ipli kuklalar ve pandomime… Evet yaşadığımız ülkede karşılığı yoktu belki bu istediğim işlerin ama başka türlüsü de mümkün değildi benim açımdan. Bu arada tahta – ipli kuklalar ne yazık ki sadece ibiş el kuklaları gibi algılanıyor ama mesela Prag bunun cenneti. Ciddi bir sanat dalı olmasına rağmen Türkiye’de karşılık bulamamasından gelişememiş olan bu ustalıkta da sadece iki isimden bahsedebiliyoruz. Ki tiyatroda da yeri olduğu ve ders olarak gösterildiği halde… Onlar da sadece kitabi bilgi olarak kalıyor. Yanılmıyorsam, beş ya da altıncı yılı; bu sene Avusturya’da tarihi binada “Faust” oynanıyor hem de kapalı gişe... Düşünsenize kuklalardan “Faust”, müthiş!

        Kuklalar devam ediyor mu?

        Evet, küçük bir atölyemiz vardı başlarda ve çok kalabalıktı. Sonrasında malum sadece meraklılarının kaldığı 15- 20 öğrenciyle yola devam ettik. Onlarla birlikte sokakta ipli (marionette) kukla gösterileri yapıyorduk ve ciddi çocuk izleyicimiz oluşmuştu, okuldan çıktığında direkt bizim sahnelediğimiz sokağa gelen… Talep artmaya başlayınca, anaokulları ile iletişime geçmeye başladık ve “Esat Kaptan’ın Maceraları”, “Bize Bir Kral Lazım”, “Sivrisinek ile Kral” gibi kukla oyunları sahneledik. Sene içinde böyle 150-200 okulda oyunlar sergiliyoruz. Bu sahnelemelerimize ve projelerimize devam ediyoruz, sadece atölyemizin yeri Esenyurt’a taşındı.

        Sokaktaki kırılma nokta(ları)n neler oldu?

        Çok fazla kırılma noktam oldu. Çünkü; insanların anlamadıkları durumlarla ve anlarla çok fazla yüzleştim sokakta. Mesela; İstiklal Caddesi’nde oynuyorum ve etrafımda bir sürü tanımadığım insan birikiyor ve sadece bakıyorlar. Oyun bitiyor ve bittikten sonra da bakmaya devam ediyorlar. “Eee, şimdi ne olacak?!” diye... Ne acıdır ki kafaların bazıları dümdüz... Maalesef, Türkiye’de kafa dümdüz olan bir güruh var, bunu inkar etmemek lazım. Böyle bir insan güruhu da sürekli arkadan yaratılmaya devam ediyor, hem devlet eliyle… Politik süreç kendini yeniden yeniden doğuruyor... Ama beni en çok üzen, daha genç insanların verdikleri tuhaf tepkiler... Bu durum daha korkutucu, çünkü bana sorarsan onlar tek başlarına kaldıklarınla o tepkiyi verecek insanlar değiller, fakat bir araya geldiklerinde biraz da ergenliklerinin verdiği algıyla ki ona da sürü psikolojisi diyoruz işte… Bu sürü psikolojisine dahil olan birisi, zaten zaman içinde o sürüyü kanıksayıp, kaynayabilir. Acı kısmı bu… Tek başınalar, hayatın içindeki yalnızlık hali, kendi algılarıyla baş başa olmaktan bahsediyorum… İnkar edemedikleri şey; orada bir sanat eylemi var ve o eylemin içinde bugüne kadar göremediği/görmek istemediği kendisi var. Birey olarak doğasında var ama sürü olarak doğasında yok. Çünkü vurdumduymaz, salla gitsin gibi yüzeysel olmanın iyi bir şey olduğu algılatılmış ve onlar da o şekilde hayata tutunduklarını sanmışlar.

        İLLA BİR FİGÜR OLMASI MI GEREKİYOR?

        Sokağa çıktığında sen tüm bunların farkında mıydın?

        Çok farkında değildim. Çünkü çok yüzleşmiş değildim. Hepimiz sokağa çıkıyoruz, toplu taşımada ya da bir alışverişte yan yana geliyoruz, ancak benim sokakta kurduğum ilişki gibi kurulmuyor bu söylediklerim. Sen onlara sunmak üzere bir şey ortaya koyuyorsun, onlar da direkt olarak tepkilerini veriyorlar ve bu verme şekilleri de o toplumda kendilerini nasıl var etmişlerse, o şekilde oluyor. Kısaca; bu kadar çok olduğunu bilmiyordum. Önemsedim mi: Hayır! Sokağa çıkılması lazımdı, başta da söylediğim gibi sahnede yapılması bu işin çok güçtü ve bir şekilde yapılması gerekiyordu.

        Artık sokaklarda değilsin, pandomim yapmıyorsun, tekrar denemek ister misin, sokakta ya da gittikçe artan alternatif mekanlarda?

        Neden olmasın; benim için bir sakıncası yok ama bir yerden sonra şöyle düşünmeye başlıyorsunuz: Ben mücadele ettim edebileceğim kadar… Bundan sonra eğer insanlar gelip, derlerse ki burada bir performans yap, tabii seve seve yaparım o ayrı. Ama yeniden bilet satmaya çalışıp, onların takibini yapmak gibi bu durumları tekrar yaşamak istemiyorum. Ayrıca sadece benim oluşum ya da hikayeyi benim anlatıyor oluşum, hiçbir şey ifade etmez. Demek istediğim; ben ya da birisi değil konu, kişisel olarak kovalamanın pek manalı olduğunu düşünmüyorum. İlla bir figür olması mı gerekir!?

        Çok mu yoruldun bu süreçte?

        Aslında bu konuştuğumuz konunun üstüne gitmek istemiyorum… Gezi sürecinde de gördük; genç insanlar var, yeni kuşaklar 15-18 yaşında ve ben 40’a yaklaştım, onlar bu ülkede yaşayacaklar benden-senden daha çok... Umut etmek istiyorlar, umutlarını ve onları kırmamak adına bir şey söylemek istemiyorum. Bir şey yapmamak mı gerekir, hayır kesinlikle böyle bir şey demiyorum ayrıca sokaklarda pandomim yapmıyorum diye başka bir şeyler yapmayacağım anlamına da gelmez. Zaten bir şekilde taşın üstüne taş koymayı bırakamıyorsun. Pandomim olarak bakarsan altı-yedi öğrenci yetiştirdim, onlar devam ettirebilirler diye düşünüyorum. Artık peşinden koşturmak istemiyorum ve benim olmamın pandomim açısından bir anlamı yok…

        İzlediğimde hayran kaldığım “Para Ağacı” hikayesinden bahsedelim? Ayrıca öğrencilerinin ve senin kaç tane oyununuz var?

        Bizim toplumuzda ya kaba komedi ya da trajedi yapacaksınız, istedikleri ve sevdikleri bu tarz… Ama ‘ne anlatmış oluyorsun’ benim için en önemli kısmı bu! İnsanlara başka bir şey söyleyebilirim diye düşündüm ve bu “para ağacı” fikri oluşmaya başladı. Buna benzer ilk olarak öğrencimiz Batuhan’la beraber yazdığımız -koreografi aslında çünkü ortada yazılacak bir metin olmuyor pandomimde- “pastacı”, “para ağacı” ve yine öğrencilerimizden olan Azime ve Batuhan’la yazdığımız “kablosuz” oyunu vardı… Rahatlıkla bu hikayelerle hayatımı idame ettirebilirim, ama hala bir şeyler kurgulamaya çalışıyorum... “Para Ağacı”nın hikayesine gelirsek; kapitalizm eleştirisi bir oyun... Bir karakter var; cebinde beş kuruşu yok ve aç… İnsanlardan dileniyor ama karşılığını bulamıyor. Bir gün yolda yürürken, üzerinde paraların bittiği bir çalıcık-ağaç görüyor. Kimsenin ona bakmadığına emin olduktan sonra ağacı söküyor, eve getirip dikiyor. Her gün suladıkça, üzerinde paralar bitiyor. Topluyor paraları ve her gün bir şeyler alıyor, öyle ki harcadıkça saçmalamaya başlıyor. Derken bir gün ağacın üzerinde hiç para yok, sadece bir silah var. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, bir eliyle silahı alıp kafasına dayıyor. Diğer eliyle engel olmaya çalışıyor ama nafile... Kontrol etmeye çalışırken, diğer eli kendinden habersiz silahı çekiyor… Bu arada, bu şekilde bir oyun sırasında sokakta bir zabıta memuru sanki hakikaten silah varmış gibi davrandı bana, bunu da büyük bir başarı olarak düşünüyorum. Oyun için kapitalizm eleştirisi derken, silah üzerinden bir sistem eleştirisi diyebiliriz. Bizi sürekli tüketime yöneltip, aslında bu şekilde yöneten bir sistem; harcayın, her şey sizin olsun ama sonuçta bu değirmenin suyu masum insanların hakkından geliyor…

        HERKES PARAYA TAPIYOR, TANRILARINI CEPLERİNDE TAŞIYORLAR

        Yayınevin “Düşülke”den bahsedelim, orada neler oluyor?

        Düşülke’de şu anda benimle birlikte 8 yazar-şair var. Yılmaz Odabaşı (Aşk Şiirleri - Bana Yasak Sözler Söyle), Tamer Dursun (Azze’ye Mektuplar), Levent Karataş (Piyano Fabrikaları), Janset Karavin (Transdomim - Piç Kumbarası), Halil Emrah Macit (Ve Bir Gün), Hüseyin Kayaş (Sizi Bekliyorum), Mazlum Çetinkaya (Zeveban) ve Eser Gündüz (Bir Adamın Ütopyası)… 9. kitabımızı yayınladık yeni başlayan yayıncılık maceramızda... Yayınevi sadece bir parçası kolektifin ve bir eylem aslında…

        Yayıncılık sektörünü nasıl görüyorsun? Biraz bu konuda sıkıntılar var gibi…

        Yayıncılık piyasasındaki yozlaşmaya bir karşı duruş Düşülke… Misal biz yazarlarımıza (yol arkadaşı diyoruz) yüz binlerce liralar vermiyoruz. Kitapların satış gelirlerinden pay ödüyoruz. Düşülke’nin kuruluş amacı bir anarşist sanat otonomu kurmak. Bu çok önemli. Her kitabımızın geliri bu amaç için kullanılıyor, kullanılacak. Kimse maaş alarak çalışmıyor bizde... Şiir basmıyorlar büyük yayınevleri. Keseleri büyük ama vizyonları küçük. Şiirin okunmayacağı ön yargısını taşıyorlar. Biz ise basıyoruz. Şiirlerin de okunabilir, anlaşılabilir olduğunu düşünüyoruz. Şiirin öldüğü bir kültür cesettir, çürümüştür çoktan... Ama bir şiir yayınevi değiliz biz. Biz bir yayıneviyiz. Misal şu sıralarda bir uluslararası konferans üzerine çalışıyoruz ve konsolosluklar, kültür bakanlığı ve çeşitli uluslararası vakıf ve benzeri kurum ve kuruluşlarda bu projeye destek almış durumdayız. Gazeteler kitap ekleri çıkartıyorlar. Milyarlar istiyorlar basit reklamlara. Fuarlarda ve bu kitap eklerindeki reklamlar için yayınevlerinin yapması beklenen harcamalarla 20 -30 kitap yayınlanır. Herkes paraya tapıyor. Tanrılarını ceplerinde taşıyorlar. Kitabı metalaştırıyorlar. Dağıtımcılar o satın aldığınız kitapların etiketinde yazan fiyatın yarısını doğrudan alıyorlar. 10 liralık bir kitaptan yayıncılara 2-3 lira kalırsa bu muhteşem büyük bir gelir.

        Yeni başlayan yayıncılık maceranızda çok acayip şeyler deneyimlemişsin ve dolduğunu görüyorum…

        Bunları söylüyorum çünkü insanlar yayınevlerini trilyon kazanıyor sanıyorlar, onca para verdik diyorlar... İnsanlar ayrıca kitap da okumuyorlar. Sansasyon seviyorlar. Frikik veren mankenin, şarkıcının kitabı satıyor. Piyasaya tekel olmuş holdinglerin reklamlarla, TV’lerinde gazetelerinde dergilerinde pompaladıkları, aman bu çok süper, inanılmaz deyip şişirip durdukları zavallı figürlerin (yazar değil) kitapları satıyor bu ülkede. Okuyan kesim zaten yüzde bir ancak. Bak acıtan bir anektot… Bir arkadaşla İstiklal’de yürüyorduk, ‘kitap almak istiyorum ben’, dedim. ‘Burada kitabı nereden bulacaksın’, diye karşılık verdi... Kültürü olmayan bir coğrafyadaki kültürler, kültür emperyalizminin kuklası olarak varlıklarını sürdürebilirler ancak.

        BİR OTONOM BÖLGE YARATMA AMACI…

        Anarşist olduğunu biliyorum ama son olarak sen kendini nasıl tanımlıyorsun? Ve neden yazıyorsun desem, zira bu kadar kirliliğin içinde bir umut ve kusma hali değil midir yazmak?

        Biz cinsiyetsiziz. Milliyetsiziz. Din fetişimiz yok. Anarşistiz. Antikapitalist değil kapitalizm düşmanıyız. Her şeyin para olduğu, paranın put olduğu bu sistemde dayanışarak ve para karşılığı düşlerimizi satmayı reddederek dik durmaya çalışıyoruz... Ben gölgemin sahibiyim. Sahibi olduğu şeylere dikkat etmeli insan, gün gelir sahibi olduğunu sandıkları onun sahibi olurlar. Benim gölgem bana yeter... Çok zenginim, paha biçilemeyecek düşlerim, satılık olmayan düşüncelerim var. Umutluyum her şeye rağmen… Olmadı, 15 yıldır yazmamın hiç karşılığı yokmuşsa bile yaşarken ben, derim ki zaman en adil yargıçtır. Ölünce nasılsa bankaların yayınevleri kapışırlar, dergilerinde özel dosyalar hazırlarlar benim için de. Yaşamaya katlanabilmek için yazıyorum. Yaşamaya katlanabilmek için günde 20 saat çalışıyorum. Yaşamaya katlanabilmek için hep... Hayat sıkıcıdır. Tutunmanın iki yolu var benim için; yazmak ve sevmek.

        Bugünkü edebiyatı nasıl değerlendiriyorsun?

        Bence bugün gittikçe sığlaşıyor edebiyatımız. Dünya edebiyatında da böyle bu… Kapitalizm bunun sebebi. Kapitalizmle düşünce üretiminin, sanatın yan yana olması fikrine neremizi açarak gülsek yetmez zaten... İyi yazarlar var. Çok mu karamsarım ben?! Emrah Serbes ve Murat Uyurkulak gibi yazarlarımız var ama çoğu kötü, hakikaten kötü, ham henüz. Belki benim için de ham diyenler çıkar, bilemem. İletişimsizlikten kaynaklanan bir sevgisizlik, büyük eksiklik. Eşit insanlar olarak iletişim kurma yeteneksizliğimiz. Toplumca sorunumuz bu. Tepeden, üst perdeden iletişim. Herkes bir ego savaşında adeta… Kim kimden büyük, üstün, daha iyi. Dikte etme, dikta etme derdi. Aile içinde de sokakta da işte de bu böyle. Toplumsal roller hep ön planda. Ebeveyn olmak, patronluk, üç diploma sahibi olmuşluk, ayda bilmem ne kadar kazanıyor olmak, banka hesabının şişkinliği gibi rolleri karşımızdaki insanla mukayesesi merhaba bile derken bu sevgisizliğe, yalnızlığa itiyor bizi. (Beni değil ama hadi gene de bizi, siz-biz diye ayırmayacağım ben.) Susuyoruz hep, konuşmuyoruz, dinlemiyoruz, okumuyoruz. Pantomim yapıyoruz aslında hepimiz! Ama bu kötü... Ne bayrak, ne toprak daha değerli değil bir insanın hayatından, özgürlüğünden, aşkından; yaşamak aşkından, özgürlük aşkından...

        Son olarak söylemek istediğin bu da benim için önemli dediğin!?

        12 yıldır tek amaç olarak kendimize edindiğimiz: Bir otonom bölge yaratma amacı, anarşist bir kolektif. Otonom derken ciddiyiz bu konuda… Kendi kendine yetebilen, dışarısıyla bağı en az olan ve tamamen sistemin dışına çıkmış bir hayat biçimi yaratmak orada… Yayınevi olarak da insana dair işler yapmaya çalışıyoruz. Gelir elde etmeyi göz önünde bulunduruyoruz ama bu gelirin en büyük kısmını da ne bileyim para ağacı dikmek isteyen vakıflara değil de sokak çocukları dernekleri gibi yerlere, kısaca insana yönelik işler yapan derneklere ayırıyoruz…

        Diğer Yazılar