Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BUGÜN tüm dünya demokrasilerinde kıyasıya tartışılan bir kavram var: "Nefret suçu/Nefret söylemi" Gün geçmiyor ki yeni örnekler gelmesin. Bundan birkaç sene evvel tsunami trajedisi yaşandığında, Amerika'da hiphop müzik çalan bir radyo istasyonu, dalgalardan kaçan Asyalılarla alay eden ırkçı bir şarkı yayınlamıştı. Büyük tepki yükselmişti ardından, Amerikan toplumunun hemen her kesiminden. Öyle ki radyo istasyonu bir açıklama yaparak özür dilemek durumunda kalmıştı.

        Bir başka örnek: Rush Limbaugh, Amerika'da aşırı sağ kesimin çok sevdiği bir isim. Sürekli ya siyahlar, ya Müslümanlar, ya liberaller, ya kadınlar, ya eşcinseller aleyhinde beyanlarda bulunur. Sözlerinin ne kadarının "ifade özgürlüğü", ne kadarının "nefret söylemi" kapsamına girdiği tartışma konusudur.

        Dior'un ünlü tasarımcısı John Galliano'nun Paris'te Yahudiler aleyhine zehirli sözler sarf edip bir skandala imza atmasının üzerinden de çok geçmedi. Fransız yasaları uyarınca 6 aya kadar hapis ve 30 bin dolar cezaya çarptırılması gündeme gelmişti. Sonunda hapse gitmedi ama işini ve hisselerini kaybetti. O dönem Türkiye'de kimi internet siteleri, bu hadiseyi "İsrail'in Yahudiliği koruma altına alması" olarak nitelendirdiler, bunda da bir komplo teorisi gördüler. Halbuki bariz bir "nefret suçu"

        örneğiydi.

        Bugünlerde kavram bir kez daha gündeme taşındı. İslamiyet aleyhine ve sırf provokasyon amacıyla yapılmış bir film yüzünden dünyanın ipleri gene gerildi, tansiyon yükseldi. Libya'da görüldüğü gibi ne yazık ki galeyana gelen kesimler, masum insanların kanını döktü. "Fanatik İslam karşıtları" ile "fanatik Batı karşıtları" niye geçinemezler anlaması zor. Ne de olsa benzer şekilde nefretten ve husumetten besleniyor, kutuplaşmayı seviyorlar. Birbirlerine muhtaçlar. Birinin negatif adımı berikine yarıyor; birinin tepkiselliği diğerinin ekmeğine yağ sürüyor. İslamofobi, Batı düşmanlığını körüklüyor. Batı düşmanlığı ise İslamofobi'yi. Bir kısırdöngü ki çıkılmıyor içinden.

        Öte yandan nefret söyleminin ne olduğu kadar ne olmadığının da tanımlanması lazım. Türkiye'de 70'e yakın sivil toplum örgütü bir araya gelerek bu konuda somut adımlar atmaya çalışıyor, yasal düzenleme getirilmesini istiyorlar. Çabalarını önemli buluyorum. Bizim gibi ifade ve basın özgürlüğü karnesi parlak olmayan ülkelerde "nefret söylemiyle mücadele" ederken "ifade özgürlüğünü baltalamamaya özen" göstermeli. Neden mi? Çünkü Türkiye zaten tarihsel ve geleneksel olarak bireyi değil devleti, azınlıkları değil çoğunluğu, dezavantajlıyı değil muktedirleri koruyan bir ülke.

        Gelişmiş demokrasilerde ise eğilim tam ters yöndedir. İktidarın karşısında muhalefet hakkı savunulur; devletin karşısında bireyin özgürlüğü kutsanır; çoğunluğun ezmemesi için azınlığın var oluş alanı titizlikle korunur. Bu yüzden gelişmiş bir Avrupa ülkesinde kraliyeti eleştirmek, hükümeti eleştirmek, orduyu eleştirmek, temel kurumlarını eleştirmek, ulusal kimliği eleştirmek, velhasıl eleştirel düşünmek ve eleştirel konuşmak suç addedilmez. Yeter ki şiddet içermesin!

        *

        Sosyal medyanın ve internet teknolojisinin gelişmesiyle beraber nefret söylemlerinin boyutunun anlaşılması iki kat önem kazandı. Ancak bunu yaparken şu temel noktayı unutmamak önemli: Nefret suçu düzenlemelerinin amacı zaten az olan, güçsüz olan, kenarda duran, yani sistem içinde görece erk ve söz sahibi olamayan kesimleri söylemsel ve fiziksel şiddet karşısında korumaktır.

        Bunun için sadece yasalar değil, ortak duyarlılık, ortak bilinç ve ortak vicdan gerekir. Örneğin, fiziksel ve zihinsel engellilere yönelik küçümseyici, şiddet dolu söylemler. Örneğin, eşcinsellere ve transseksüellere yönelik kışkırtıcı ve aşağılayıcı söylemler. Bir kültürel, sosyal veya dinsel azınlığı hedef gösteren sözler. Bütün bunlar nefret söyleminin kapsamına girer. Bunun bir adım ötesi zaten şiddete açık davettir.

        Türkiye'nin İslamofobi'ye dikkat çekmesi elbette önemli. Ancak bunu yaparken kendi memleketimizde süregiden önyargılarla yüzleşmek zorundayız. Alevilere, Kürtlere, Ermenilere, Musevilere, Çingenelere, Lazlara, eşcinsellere, siyahlara, engellilere, kadınlara,... uzadıkça uzayan bir önyargılar listesi var önümüzde. Basında ve sosyal medyada, sporda ve siyasette, ağzımızdan ve kalemimizden ne kadar çok nefret dolu kelime dökülmekte.

        Son tahlilde, hiç kimse aleyhine hiçbir zaman aşağılayıcı sözler sarf edilmemeli. Ancak yasaların titizlikle koruması gereken, mağdur yahut güçsüz kesimlerdir. Zaten egemen olan söylemleri/kurumları koruma altına almak, ifade özgürlüğüne yeni bir kısıtlama getirmeye dönüşebilir. Bu ayrımları görebilmek içinse bu tartışmaya mümkün olduğunca çok sivil toplum kuruluşunun katılması lazım.

        Şayet gerçek bir demokrasi ise arzu ettiğimiz, gidecek çok yolumuz var. Toplumsal sıçrama ancak güçlü bir sivil toplum, ifade ve basın özgürlüğü, uyumlu ve çoğulcu bir demokrasiyle mümkün. Nefret söylemlerine "Hayır!" ama ifade özgürlüğüne elbette ve hep ama hep, "Evet!"

        Diğer Yazılar