Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        OSMANLI'dan günümüze siyasi ve toplumsal tarihimiz boyunca yaşanan "linç girişimleri" maalesef o kadar fazla ki, başlı başına bir inceleme konusu olurdu adeta. Köylerde, kasabalarda, büyük şehirlerimizde... Bu memleketi seven ve yarınların bugünden daha huzurlu ve barışçıl olmasını dileyen herkes için derin endişe kaynağı her biri. Bu hafta peş peşe iki hadise yaşandı. Birbirinden tamamen kopuk gibi görünseler de bence aynı tahammülsüzlüğün, benzer reflekslerin ürünleri.

        Müzisyen Hayko Cepkin'in avukatı yazılı bir açıklama yaptı. Sanatçıya yönelik fiziksel ve sözlü saldırıya bir açıklık getirdi. Başından geçenler üzücü, düşündürücü. İstanbul'un orta yerinde bir insanın üzerine, "Ermeni" kelimesi bir küfür gibi kullanılarak yüründü.

        Şaşırmıyoruz bile, içten içe öylesine aşinayız ki bu tür tahammülsüzlük gösterilerine. Bunu "bireysel bir patlama" ya da fevri bir hadise olarak görmekte güçlük çekiyorum. Çünkü bu topraklarda az olmak, azınlık olmak, dün olduğu gibi bugün de zor, bugün de yaralı.

        *

        Ve Sinop. Bin kişilik bir topluluk, BDP'li milletvekillerine saldırmaya kalktı. Halkın oylarıyla seçilmiş siyasi temsilciler linç edilmek istendi. Farklı oldukları ve farklı konuştukları için. Tamamen kontrolden çıkmış yahut bir düğmeden kontrol edilmişçesine bir kalabalık toplandı. Hadise yoruma açık ve kıyasıya tartışılmakta yazılı ve görsel basında. Ama şurası kesin ki, hep aynı tahammülsüzlük baş göstermekte her kritik dönemeçte. Neden?

        Bize benzemeyen herkesi şiddet kullanarak suspus etmeyi mi öğretiyoruz gençlerimize? Kürtler Sinop'a, Türkler Diyarbakır'a adım atamasın; bu mu arzulanan? Kimse kimsenin fikirlerini ve duruşunu beğenmek zorunda değil. Ama değişik olanı, "öteki" olanı kaba kuvvetle bastırmaya veya yok etmeye kalkmak nasıl bir zihniyettir ki her sınıftan, her kesimden ve her kökenden insanda tekrar ve tekrar zuhur etmekte?

        Bu dünyada Âdemoğulları ve Havvakızları kendine benzemeyenden öğrenir en çok. Tıpatıp bizim gibi konuşan/düşünen/yaşayan birinden öğrenecek hiçbir şeyimiz yok. Aynılaşma bireyleri, toplulukları ve ulus devletleri kurutup çoraklaştıran bir iklim. Ne yaratıcılık ve sanat çıkar böylesi ortamlardan, ne de hakiki demokrasi.

        Demokratik çoğulculuğa inanıyorsak şayet, tüm bunlardan bir ders çıkarmalıyız. Lise ve üniversitelerimizde, gazete ve dergilerde, televizyon programlarında; askerlik yılları boyunca, sokakta, işyerinde, velhasıl hayatın her kademesinde "hoşgörü ve empati ve barış" kültürünü anlamak ve anlatmak durumundayız.

        En zayıf olduğumuz halka bu. Zira temelimiz yok. Çokuluslu, çok dinli bir imparatorluğun torunları olduğumuz halde yekpare bir ulus devlet olduğumuzu zannederek büyüdük. Her türlü farklı düşünceyi ve kimliği "iç mihrak" olarak gördük; dışlamaya, o da olmadı cezalandırmaya kalktık.

        Azınlık kelimesi bir küfür oldu dilimizde. Bize benzemeyeni güvenilmez belledik. Korku ve kibir, beter bir karışım. Şüphe, hezeyan ve paranoyalar ürettirmekte. Bir de bol bol komplo teorileri. Bu kadar kutuplaşma ve önyargı işte bizi buralara getirdi.

        *

        Sene 2013, yollarda "E.... p..." diye tartaklanan müzisyenler. Sinop'ta dövülmek istenen Kürt milletvekilleri. Ve her iki hadiseyi de "Gençler bunlar, galeyana gelmiştir" diye geçiştirmeye meyyal bir ruh iklimi.

        Linç halleri bulaşıcıdır. Bir de bakarsınız yayılmış toplumun her katmanına. Bugün konuşmayacaksak empatiden, barıştan, hoşgörüden, kardeşlikten ve hakiki bir demokrasiden ve ifade özgürlüğünden, bugün yüzleşmeyeceksek tahammülsüzlüklerimizle, ya ne zaman?

        Diğer Yazılar