Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİR yazı var gönlümde; lakin bilmiyorum ki yazmak mı daha iyi yazmamak mı böyle bir dönemeçte.

        Nil Erkoçlar genç, başarılı ve ışıltılı bir oyuncu. Bu hafta gazetelerde aniden fotoğrafını (çok da güzel ve duru bir fotoğrafını) görüp cinsiyet değiştirdiğini, Rüzgâr ismini aldığını öğrendik.

        Onun ağzından tek bir kelime duymadan, "yaşam hikâyesi"ne vâkıf olduğumuzu zannettik. Ardından düşündürücü bir açıklama geldi eşcinsel ve trans bireylerin haklarını savunan sivil toplum örgütlerinden. Anlaşılan o ki okuduğumuz haberler, oyuncunun rızasıyla açıklanmamış yazılı basına.

        Ona kalsa, belki de cinsiyet değişikliğini ifşa etmeyecekti ya da kendini hazır hissedene kadar bunu dile getirmeyecekti. Peki nasıl oldu da hepimiz, tüm kamuoyu, bir insanın özel hayatının duvarları üstünden böyle izinsiz, destursuz atlayıverdik? Nasıl oldu da haddimiz olmayan bir sınırı çiğnedik ve bundan hiç rahatsız olmadık?

        *

        Zira demokrasilerde, başkasının alanına müdahale etmedikçe, yetişkin bir bireyin cinsel kimliği tamamen kendisini ilgilendirir. Onun özel hayatı, kendi alanıdır. Sorsanız, kurcalasanız, herhalde hiç kimse istemez özel yaşamının gazetelerde, sosyal medyada boy boy yazılıp çizilmesini. Ama söz konusu bir trans birey olduğunda onun da tıpkı herkes gibi bu durumdan rahatsız olabileceği nedense hiç gelmiyor aklımıza.

        Farklı olana, az olana, azınlık olana "konu malzemesi" gözüyle bakıyoruz. Merakımız hiç masum değil. Yargılayan, anlamadan yaftalayan, bilmeden bildiğini zanneden bir merak bizimkisi. Tehlikeli bir merak velhasıl. Ve bu suça hepimiz ortağız.

        Öte yandan içimde bir başka ses diyor ki: Rüzgâr Erkoçlar'ın hikâyesinin bilinmesi, konuşulması önemli. Zira doğuştan yanlış bedene hapsedilmiş olan, bir ömür boyu bunun baskısını hissederek yaşayan daha kaç insan var. Bunu dile getirme fırsatı hiç olmamış, belki de hiç olmayacak nicelerinin. Onların ne hissettiklerini bilmiyoruz. Belki bu sayede duyarlılık artar.

        Bir yanım diyor ki, işte bu yazıyı yazmak bile ifşa, dedikodu kültürüne bir katkıdır. Beri yanım diyor ki, bu yazıyı yazmak, duyarlılığı yükseltmek yolunda bir çabadır. Bilemiyorum... Nasıl konuşmalı bu meseleleri? Bireyleri rencide etmeden, hedef göstermeden, büyüteç altına almadan, şahıslar üzerine odaklanmadan? Ama aynı zamanda bu evrensel olguyu yok saymadan, geçiştirmeden, halı altına süpürmeden. Nasıl yazmalı?

        *

        Virginia Woolf'un en sevdiğim romanlarından biridir "Orlando". İngiltere'de Kraliçe 1. Elizabeth'in hazinedarı ve bir dönem sevgilisi olan Orlando'nun fantastik yolculuğu anlatılır kitapta. Osmanlı İmparatorluğu'na da gelir, Bursa'da Çingenelerle yaşar Orlando. Ama sadece ülkeler, kültürler ve tarihsel dönemler arası yolculukların ve muhteşem bir hayal gücünün dışavurumu değildir bu meşhur eser.

        Ana karakterin cinsiyet değiştirmesinin izini sürer. Doğuştan kendine verilen, içinde hapsedildiği bir kisvenin, kimliğin ötesine geçmek ister Orlando. Romanda çok sevdiğim bir cümle var. Der ki: "Her kim ki hayallerimizi çalar, hayatımızı çalmaktadır aslında."

        Cinsel azınlıklara yönelik nefret söylemleri, önyargılar, basit ve sıradan gibi görünen dedikodular ve karalamalar, uzaktan ahkâm kesmeler, her biri ama her biri bireysel özgürlüklere yönelik saldırıdır. İnsanların hayallerini çalma teşebbüsüdür. Ne basının hakkı var bunu yapmaya, ne sosyal medyanın...

        Ne şahısları öne çıkarmak, ne toplumsal bir gerçeği yok saymak. Yeni bir söylem gerek bize. Özgürlükçü, eşitlikçi, kucaklayıcı bir söylem...

        Diğer Yazılar