Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DÜNKÜ köşede Ahmet Davutoğlu'yla ilgili bir yazım yer aldı.

        Davutoğlu, üslubunun yumuşak olduğunu, ayrımcılık yapmadığını ve muhalefetin de kendisine aynı şekilde mukabele etmesini istediğini söylemişti ve ben de bunun Türkiye için yeni bir şans olabileceğini söylemiştim.

        Davutoğlu aslında, ''Ben Tayyip Bey gibi değilim'' demek istiyordu.

        Bunu elbette açıkça söylemiyordu, ama ima ettiği açık biçimde buydu.

        Zaten ben de bu nedenle, ''Bu durumun yeni bir dönem ve Türkiye'de ortadan tamamen kalkan anlayış ortamını yeniden ortaya çıkarabilecek ve normalleşmeyi sağlayacak bir tutum'' olabileceğini söyledim.

        Ancak yazımı okuyunca bir eksik buldum.

        Evet, Ahmet Davutoğlu'nun, ''Beni muhatap alın, ben ötekileştirici değilim, oturup konuşabiliriz'' talebi yerinde bir taleptir, ama bir şartla.

        Eğer Türkiye'yi Ahmet Davutoğlu yönetecekse.

        Çünkü muhalefetin eleştiri hedefi iktidardır ve muhatabı da iktidarın lideridir, yürütmenin başıdır.

        Yani ''davulu kim çalıyorsa'' muhalefet onu hedef alır, onunla muhatap olur.

        Ahmet Davutoğlu da ''davulu çalan'' olduğunu ispatladığı gün kaçınılmaz bir biçimde muhalefetin olumlu ve olumsuz yaklaşımlarının hedefi ve muhatabı olacaktır.

        Ama bunun için öncelikle davulun ve tokmağın kendisinde olduğunu ispatlaması gerekecektir.

        ''Bakın davul benim boynumda'' demek, Davutoğlu'nu ne davulcu yapar ne de sahibi.

        Herkes tokmağın kimde olduğuna bakar.

        Tokmak onda değilse ne ritim onun ritmidir, ne de çıkan ses onun sesi.

        Böyle bir durumda da elbette ki muhatap alınmaz.

        Bırakın muhataplığı, ciddiye bile alınmaz.

        Tokmağı ele alırsa o zaman haklı olur...

        Kim bu IŞİD'çiler

        IŞİD, IŞİD, IŞİD...

        İçimiz dışımız IŞİD.

        Öyle bir hal aldı ki, artık analar babalar, yemek yemeyen çocukları "Seni IŞİD'çilere veririm" diye korkutmaya başladılar herhalde.

        Vallahi ben çocuk olsam bu tehditle her şeyi yerim.

        Peki kim bu IŞİD'çiler.

        Dünya basınından okuduğumuz kadarıyla 81 ülkeden insan varmış IŞİD'de, bunlara insan demek mümkünse.

        Benim içinse bunlar 1980'lerde ortaya çıkan bir "prototip"in türevleri.

        Belki aynı değiller ama "ölümcül" bir virüsün "mutasyona" uğramış hali.

        Bugün IŞİD diye gördüğümüz "devletsiz" devletçiklerin veya "terör" devletlerinin mucidi aslında ABD.

        1980'lerde bunları Afganistan'da örgütleyen ve bu örgütlenmeye uluslararası katılımla Sovyetler'e karşı savaşacak bir organizasyon yapma fikrinin mucidi ABD ve CIA.

        O dönemde ve sonrasında Afganistan'da gördüğümüz bu tiplerin bir bölümüyle daha sonra 1990'larda "Bosna"da Yugoslav iç savaşı sırasında karşılaştık.

        Karşılaştık derken bizzat, şahsen karşılaşmaktan söz ediyorum.

        Sonra aynı ekiple Çeçenistan'da görüştük.

        Pek çok cephede birlikte savaşmış, birbirlerini yakından tanıyan bir tür "lejyoner" grubuydu bunlar.

        Bosna'da tanıştığım bir Ürdünlü imamla Çeçenistan dağlarında yeniden karşılaştığımda bu kez yanında 12 yaşındaki oğlu da vardı ve onu da savaşmaya getirmişti.

        Hepsi "bilinmeyen" bir kaynaktan besleniyor, hizmetleri karşılığı o dönemde 200 ila 400 dolar arasında para alıyorlardı.

        Tüm İslam ülkelerinden gelenler olduğu gibi, Almanya'dan, İngiltere'den, Fransa'dan ve Amerika'dan gelenler de az değildi.

        Kimi doğuştan Müslüman'dı, kimi sonradan olma.

        Çeçenistan dağlarında Rus askerlerinden kaçarken sabah namazı kılmak istemeleri üzerine, "Şimdi boşverin, sonra kaza edersiniz" deyince beni öldürmeye kalkışmışlar, Suudi bir imamın araya girmesiyle canımı zor kurtarmıştım.

        Bunların bir bölümü inanmış Müslümanlar, bir bölümü profesyonel cihatçılar, bir bölümü dinle imanla alakası olmayan maceracılar, bir bölümü etnik veya mezhepsel nedenlerle bu işe girmeyi farz görmüş insanlardı.

        Şimdi sosyal medyanın ve internetin gücü sayesinde çok daha hızlı gelişip çok daha fazla adam bulabiliyorlar.

        Ve öyle görünüyor ki, dünyanın farklı bölgelerinde her an IŞİD benzeri yeni yapılanmalar ortaya çıkabilecek.

        Fenerbahçe'nin gerçek kahramanı kim!

        GEÇENLERDE Fenerbahçeli okurum Murat Cennetoğlu'nun bir yazısını aktarmıştım.

        Cennetoğlu yine güzel bir spor yazısı yazmış.

        Paylaşmak istedim:

        "Oldum olası kahramanlara inanmam, bana bir tür zayıflık gibi gelir. Bir insanın başka bir insana birtakım üstünlükler ithaf etmesi, bana göre bunu yapan insan açısından bir zayıflık göstergesidir.

        Bu durum bireysel farkındalığın gelişmediği ülkelerde çok yaygındır.

        Elbette Fenerbahçe de bunun dışında değildir.

        3 Temmuz sürecinde canını dişine takarak Fenerbahçe'sini korumaya çalışan Fenerbahçeliler de en büyük kahramanın kendilerini olduğunu unutarak kendilerine birçok kahraman yarattılar.

        Sonra onlar aslında kahraman olmadıklarını; basit, sıradan zaafları olan birer insan olduklarını -ki hepimiz için doğrusu budur, kahraman yoktur, herkes insandır- Fenerbahçe'nin 3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe tarafından en çok lanetlenenlerle işbirliği yaparak kanıtladılar.

        Aslında bütün takım taraftarları için aynı şey geçerli, onların aşırı duygusal bu yapısı bu duyguların istismar edilerek birilerinin cebini doldurması sonucunu doğuruyor.

        Tek ve gerçek kahraman, sevdikleri takıma yürekleri dışında bağlılığı olmayan milyonlarca insandır.

        Başka bağlılığı olanların kahraman rolüne soyunması oldukça samimiyetsiz bir durumdur."

        CELAL HOCA'DAN MEKTUPLAR

        Sıkıntıların sebebi: Cehalet

        OKURLARIM çok âlem.

        Soruyorlar, "Celal Hoca'dan yeni mektup gelmedi mi?" diye.

        Yayınlayınca kızıyorlar, sövüyorlar ama mektup gelmeyince de merak ediyorlar.

        Gelmez mi, geliyor ama Sevgili Şengör'ü çok sevdiğim için yayınlamıyorum.

        Çünkü mektuplarına gelen tepkileri kendisine iletiyorum.

        O da tek tek hepsine yanıt veriyor, hepsiyle tartışıyor.

        Onca bilimsel çalışması arasında vakit kaybı onun için ama o memnun.

        Madem çok sevdiniz.

        Alın bu da son mektubu:

        "Sevgili Fatih,

        10 işçimizin hayatını kaybettiği müessif asansör kazası hakkındaki isyanını okudum; hak vermemek ne mümkün? Ama bir baktım isyan eden bir kişi daha var: Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç Bey!

        Hem de Bülent Bey sadece asansör kazasına değil, daha nelere isyan ediyor, sanırsın muhalefet sözcüsü. Şöyle diyor:

        'O kadar yasal düzenleme yapıyoruz. O kadar işçi sayımız artıyor. O kadar yeni güvenlik tedbirleri alıyoruz. Ama buna rağmen eğer bu iş kazaları olup hayatımız kaybedilebiliyorsa nerede bir eksiklik var veya uygulamada nerede bir aksama var, şüphesiz bunları görebileceğiz.'

        Bülent Bey eksiklik nerede merak ediyorsa, ona bir kitap tavsiye edeyim: Başlığı Ortadoğu Bilimi, yazan da meşhur biyolog, Mungo Park Madalyası sahibi, Edgar Barton Worthington (1905-2001; Worthington, E. B., 1946, Middle East Science: His Majesty's Stationary Office, London, xiii+239 s.+1 katlanır harita).

        Bu kitap 1941 yılında İngilizler tarafından kurulmuş olup 1942'de Amerika'nın harbe girmesiyle bir Anglo-Amerikan kuruluşu haline getirilmiş olan Ortadoğu Levazım Merkezi'nin (Middle East Supply Centre) çalışmalarının bir raporu.

        Çalışmaların amacı, hem Kuzey Afrika'da hem de Doğu Avrupa'da Almanlara karşı savaşan Amerikan, İngiliz ve Rus birliklerinin desteklenmesi amacıyla Ortadoğu limanları kullanılırken, bu limanların kullanılması sonucu Ortadoğu'ya gerekli malzeme akışının azalmasının yarattığı boşluğun yerel imkânlarla nasıl doldurulabileceğinin araştırılması.

        Bu nedenle şu konularda bilimsel araştırmalar için personel yollanıyor ve mahalli personelin eğitimi genişletilip hızlandırılıyor: Arazi mesahası, jeoloji, meteoroloji, nehirler, yeraltı suyu, su depolanması, su hakları, geçmişten alınan dersler, bitkiler ve hayvanlar, ormancılık, deniz balıkları av alanları, kara içi balıkları av alanları, insan hastalıkları, beslenme, sağlık ve tıbbî hizmetler, nüfus ve sosyal incelemeler. Müttefiklerin Ortadoğu'da bu konularda buldukları hemen hiçbir altyapı, hiçbir yetişmiş insan, hiçbir eğitim kurumu yok. Her konuda sıfırdan başlamak ihtiyacını hissetmişler. Harp içinde olunduğundan adamlar her bulabildikleri olumlu şeyi kullanacaklar, ama tek bir olumlu kurum bulamıyorlar. Sudan'dan Türkiye'ye uzanan geniş alanda Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan müstemleke idareleri dışında tek bir jeolog yok.

        İşte Bülent Beyciğim, sizin sıkıntılarınızın sebebi: Cehalet!

        Partinizin Başbakanlığa uygun gördüğü zat Osmanlı'nın bu coğrafyada yaptığı 'hayırlı' işler hakkında kitaplar yazmış bir akademisyen. Dediklerinin tamamının temeli çürük; gerçeğe dayanan tek bir satırı yok. Rüya ürünleri. Zaten dışişleri politikası da geniş bilgi ve anlayışını gösterdi. Siz gene de onu Başbakan yaparak ödüllendirdiniz. Türkiye'yi bu halden kurtarmak isteyen Atatürk'ün izlerini silmek, temsil ettiğiniz hareketin can damarıdır ('iki ayyaş' sözünü hatırlatırım). Bu hareket sözde gelenek ve göreneklerimiz uğruna Türkiye'yi bir cahiller cehennemine çevirmiş, bir Atatürk'ü olamamış olan Ortadoğu'daki Osmanlı harabesini ülkemize geri taşımıştır. Gelenek ve görenek nasıl ele alınmalıdır, merak ediyorsanız, şunu da okuyunuz: Popper, K. R., 1972, Towards a rational theory of tradition: Conjectures and Refutations'da: Routledge, Kegan and Paul, Londra.

        Adam gibi eğitimli adamlarla çalışmadıkça istediğiniz kadar eylem planı yapın, ölümler ve felaketler devam edecektir. Ama eğitimli adamı nerede bulacaksınız?

        Onu da biraz siz düşünüverin.

        Sevgiler, Fatihciğim,

        Celâl"

        NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

        Amin dediğimiz her duanın gerçekleşeceğini zannetmediğimiz zaman.

        Diğer Yazılar