Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        GEÇEN hafta "koltukta oturup cep telefonu ve bilgisayarla Twitter ve Facebook üzerinden sosyalleşmeyi" tanımlayan"Sofalizing"i ya da "Sofalize olmayı" anlattım.

        Reklamcı, iletişim-pazarlama gurusu Levent Erden'in, -ki kendisi Mağara Levent olarak da bilinir- "Screen Age" yani ekran çağı tanımını da anlatıp "Artık hayatlar ekranlarda yaşanıyor. Cep telefonu, bilgisayar ve televizyon ekranında" dedim.

        Mağara Levent aradı. Bu meseleye özel aramadı. Zaten hep arar. Ama aramışken hemen "Ekran Çağı"ndan sonra bulduğu yeni kavramı aktardı.

        "Tekil sosyallikler."

        Tekil sosyallik dediği şu.

        Sosyal ağlar üzerinde kendini çok geniş bir çevreye sahip zannederken, aslında yalnızsın.

        Kalp krizi geçirsen yardım edecek kimse yok. Düşüp başını çarpsan kaldıracak kimse yok.

        "Hadi iki kadeh parlatalım" desen kadehi tokuşturacağın kimse yok.

        Üstelik de, sosyalleşirken arkadaş zannettiklerinin büyük bölümü belki de "sahte kişilikler".

        Adı gerçekten söylediği gibi mi bilmiyorsun.

        Cinsiyeti gerçekten söylediği gibi mi bilmiyorsun.

        Fotoğrafı kendisi mi bilmiyorsun. Tipini bilmiyorsun.

        Evinin yolunu bilmiyorsun. Adresini bilmiyorsun.

        "Bebek'te oturuyorum" diyor, belki de Altınşehir'de yaşıyor.

        "Ölüyorum" deyip can havliyle bir son tweet atsan yardımına gelecek kimse yok. Çünkü oturduğun semti bile yanlış söylemişsin. Hadi de ki buldular, eve gelseler "Bu bizimki değil" diyecekler; çünkü sanal âlemdeki fotoğrafı bir dergide beğendiğin adamdan ya da kadından yürütmüşsün.

        Levent Erden bunlara "tekil sosyallikler" diyor.

        Bense bu durumu gelecek açısından çok tehlikeli buluyorum.

        Öyle görünüyor ki, geleceğin mesleği psikiyatri olacak.

        Sanal dünya ile gerçek dünya arasında bağlantı kurabilmek için.

        Güzel bir yazı

        BAZEN çok güzel yazılar çıkıyor karşımıza, mail'lerde, bloglarda.

        Bunu da bir okur yollamış.

        Nejdet Baykal yazmış. Çok beğendim doğrusu. Paylaşmak istedim.

        "Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen çipurayı çiftlikte yetiştirmeyi başaran Türkiye, dünyanın en güzel meralarına sahipken, ineği de taaa Uruguay'dan getirmeyi başardı.

        Yeterli ineğimiz yok çünkü.

        Koyun sayımız iyi. Öküz de getireceklerdi aslında. Şöyle bi baktılar etrafa...

        Eee, yeteri kadar var. Var ama, hayvan başka şey, hayvancılık başka şey maalesef. Bu Uruguay'dan ilk önce Lugano gelmişti bize.

        Bonservisi 6.5 milyon Euro'ydu, 4 yılda ödenen para 14.5 milyon Euro. Uruguay ineklerinin tanesi 1800 Euro. 8 bin tane gelecek, onlar da 14.5 milyon Euro...

        Hadi diyelim, inek yetiştiremiyoruz. Bi tane Lugano yetiştirip Uruguay'a göndermeyi becerebil-seydik, inekler bedavaya gelecekti yani. O nedenle, Lugano'nun kaptanı olduğu Uruguay Milli Takımı, Dünya Kupası'na katılıyor, biz ise Uruguay ineklerinden mangal yapıp kupayı televizyondan seyrediyoruz anca.

        Top çevirmeyi bırakıp kıyaslarsak: Türkiye'nin nüfusu 72 milyon. Alt tarafı 10 milyon ineği var. Uruguay alt tarafı 3.5 milyon kişi. 13 milyon ineği var.

        Netice itibarıyla özet! Mesele, üç çocuk yapmak değil Yeğennn!

        Mesele, üç inek yapmak..."

        Saldırmanın dayanılmaz hafifliği

        SON dönemde kenarda köşede kalmış, az satan gazetelerin hiç okunmayan yazarlarının ortak bir tutkusu var. Son dönem demek belki yanlış, uzun süredir var da, bu tutkunun dozunda son dönemde çılgınca bir artış var.

        İki gazeteciye saldırmak.

        Ertuğrul Özkök'e ve bana.

        Gazeteciliğimizin son 20 yılına yönelik ağır saldırılar. Küfürler, hakaretler, aşağılamalar.

        Ertuğrul Özkök'le ben aslında taban tabana zıt karakterleriz. Kişiliklerimizde pek bir benzerlik yok. Ama ortak yönlerimiz de çok.

        O da ben de uzun süre çok okunan gazetelerde çalıştık, yönettik. Hatta ben birini yoktan var ettim arkadaşlarımla.

        Genelde başarılıydık. Okunduk. Etkili olduk, gündem oluşturduk.

        Çok doğrular yazdık.

        Çok da hatalarımız oldu. Ama sağolsun okur sevse de, nefret etse de bizimle bağını koparmadı. Okudu. Gazetelerimizi aldı.

        Özkök'le benzerliklerimiz bununla sınırlı.

        Ha bir de ister inanın, ister inanmayın, "Tüccar gazeteci" olmadık. Hatta ben yönettiğim yayın kuruluşlarının muhasebe servislerinden bile hep uzak durdum.

        Dediğim gibi çok doğru da yazdık, çok hata da yaptık. 20 yıl her gün okur önüne çıktık.

        Ben kendi payıma yaptığım hatalardan sonra özür dilediğim de oldu. Belki daha da dileyeceğim

        özürler vardır.

        Ama okuru kandırmadım. Kimsenin adamı olmadım.

        Şimdi bize bu saldırıları yapanlar bizim geçmişte bazılarına yönelik "linç kampanyaları" yaptığımızı ve hatta onların ölümlerine neden olduğumuzu söylüyorlar.

        Verdikleri örnek de Ahmet Kaya. Yapmadım ya, de ki yaptım.

        De ki, Ahmet Kaya içtiği sigaralardan, içkiden, düzensiz hayatından değil de bizim yazılarımız yüzünden kaçtığı için vatan hasretinden öldü.

        Peki şimdi bize küfredenleri okuyan bir manyak gelip bizi vursa ya da sekte-i kalpten ölsek, bizi suçlayanlar da aynı "linci" yapmış olmayacaklar mı?

        Ha şunu da söyleyeyim; yazılanlara zerre önem verdiğim yok.

        Çünkü yazanların ne "mal" olduğu belli. Sadece "hangi soydan" geldiklerini görün ve ilkesizliklerini anlayın diye yazıyorum.

        Onların yazdıkları bana vız gelir tırıs gider.

        Ben bu ülkeyi, bu vatanı, bu cumhuriyeti seviyorum arkadaş. Onlarla en temel farkım da bu.

        Bu sevgi beni daha çok götürür.

        Ne zaman adam oluruz?

        Başarıya söverek başarılı olunmayacağını anladığımız zaman.

        Diğer Yazılar